"Hepimiz hayatta kalabildik diye kendimizi tebrik ediyorsak, hazin bir gurur duyuyorsak ayakta kalabildim diye, yaşamanın manası nedir?" Nilüfer Kuyaş, Serbest Düşüş'ten...
Ben de düştüm o çukurlara. Kelimelerle oynayarak, ahenkli şeyleri/sözleri yanyana getirerek, bazı bazı uyaklar düşürerek cümle sonlarına, daha güzel olacağımı sandım beyaz sayfalarda. Kalemine tutunan herkesin yaşadığı şeylerdir zannederim. Zaman geçtikçe anlıyor insan: Yatsı, yalnız yalancının mumu için değil; mübalağacının abartısı, üslûbperestin üslûbu, kafiyeperestin kafiyesi, teşbihperestin teşbihi, lafızperestin lafzı, hayalperestin hayali için de tat kaçırıcıdır. Lezzetleri acılaştıran bir ölümdür zaman. Fenayı, bekadan ayırır. Baki'ye bakmayan çok kalamaz üzerinde. Tefsiri amansızdır. Benim de tadımı kaçıran zamandı. Zaman geçtikçe anlamsızlaşıyordu yazdıklarım. Şöyle gördüm halimi: Sanat sûrete yaklaştıkça ömrü azalıyor, sirete dokundukça artıyordu. Anladım ki, manaya yakın olan ancak manadan ömür alır, cesetten ibaret olan cesetle beraber ölür.
"Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır."
Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bir kadının ne asaleti, ne zenginliği, ne de güzelliği algınızın merkezinde olsun diyor eş seçerken. Ya ne olmalı merkezde? Dindarlığı. Fakat yanlış anlama. Bugünün tanımları bizi yanıltır. Zaman-ı Saadet'te dindarlık ve güzel ahlak birbirinden kopuk şeyler değildi. Tebessüm namazdan ayrı, sabır oruçtan uzakta, zekat hayattan ötede değildi. Şimdilerde aralarında mesafe varmış gibi. Birisini namazla/oruçla, ötekini hamaratlıkla/güleryüzle ölçüyorlar. Kimse de bütünlük iddiasına girmiyor. "Namazı olmayanın tebessümü sahtedir!" diyemiyor kimse...
Bana sorarsan dindarlıkla evlilik arasındaki bağ, hakikate taraftarlık ile yazı arasında da vardır. Cisme dair bir üstünlüğe tav olup izdivaç yaparsan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın tavsiyesine uygun hareket etmemiş olursun. Yazarlığın da istikameti böyle. Metnin de dindarlığını seçmelisin önce. Yazılanın ahlakı ise zahirindeki sanatla ölçülmez. Söylediklerinin doğruluğundan ve tutarlılığından anlaşılır.
"Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir."
Eleştiri bile yazıyor olsan, muhatabını, haksız yere incitmekten korkacak merhametin olmalı. Seni yanlıştan, aşırıya gitmekten, doğruluk kadar merhamet de alıkoyar. Bu yüzden şefkat tefekkürden önceliklidir Risale-i Nur mesleğinde. Doğruluk, merhamet ve (bir adım ötelerinde) adalet birbiriyle bağlantılı şeyler. Hatta adaletin iki ucu gibidir bence doğruluk ve merhamet. Ama burada duralım: Doğru olanı yapmak, merhameti seçmek gibi görünmeyebilir mikro düzlemde her zaman. Merhameti seçmek de her zaman doğru olanı vermez bize. Bunların uygun oranda karıştırılmasıyla elde edilecek şifalı iksirdir adalet. Bütünlüklü bakıştan beslenir. Canavara merhamet de adalet değildir, ekmek çalan çocuğa ceza vermek de.
Şimdilerde affı adaletin bir parçası saymıyorlar. Bonus gibi yahut da kaçak kat gibi düşünüyorlar. Zıttı gibi gören bile var. Modern zaman hastalıkları hepsi. Allah'ın Gafur oluşu Âdil oluşundan ayrılabilir mi? Birbirine bakar şe'nler bunlar. Allah'ın affedişi asla adaletsiz olmaz. Aksine adaleti tamamlar. Bir esmanın sınırı başka bir esmadır. Allah'ın affedişi adaletinin bir parçası. Çünkü biliyor: Mahlukat, mahlukat olmasından itibaren, kusurdan uzak kalamaz. Yaratılmış olmak sınırlı olmaktır. Bütünü kuşatamamak sınırların başlangıcı. Ezel denilen manzara-yı âlâdan uzakta kalan herşey hata işlemeye müsaittir. Melek dahi olsa sormadan edemez: "Kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın?" Sultan-ı Ezel ve Ebed cevap verir: "Ben sizin bilmediğinizi bilirim."
"Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir."
Kelimelerle oynamak diyordum. Evet, hepimiz mağlup olduk o parçalara. Onlarla oynadık, değişik dizilimler elde ettik, çok hoş mısralarımız/cümlelerimiz de oldu böylece. Fakat bütüne, yazının bütününe, mananın bütünlüğüne ve hikmetin tüm kainatı kuşatan bütünlüğüne dokunmadığımız sürece eskimeye, çirkinleşmeye, solmaya, çürümeye, gözden düşmeye mahkumduk. (Öyle de oldu.) Bütünün ahengine, sen buna tevhid de diyebilirsin, dokunamadıkça yaşlandı metinlerimiz. Esmaü'l-Hüsna'dan ışık almayan tüm renklerimiz kirlendi. Birinciliği hiçbirisi kazanamadan hem de...
Çocuklar okuduklarına güldüler. Zaman onlardan yanaydı. Bütünün bir yüzü daha açılmıştı onlara. Daha fazlasını biliyorlardı. Daha fazlasını bildikleri için bizim parçalarımıza güldüler. Kendi parçaları daha büyüktü. Fakat öyle kelamlar da vardı ki! Bütüne dair konuşmuş kelamlar... Onların sözleri bir türlü eskimiyordu. Onlara dokunanlar, dokundukları miktarca, eskimekten kurtuluyorlardı. Hatta bir tanesi var, bütünün sahibinin, şecere-i hilkati kuşatanın, manzara-yı âlâyı görenin kelamıdır; onun hakkında mürşidim şöyle söylüyor: "İhtiyarlandıkça zaman, Kur'an da gençleşiyor." Ne büyük müjde var bunun içinde... Eskimeyen cümleler insanların da asla eskimediği bir sonsuzluğun/cennetin müjdecisi sayılmazlar mı? Eskimeyen, başka eskimeyeceklere, delil olmaz mı?