Hakikat yazıya döküldüğü zaman kayıt altına alınırmış.
Kayıt altına alınan bir hakikat da hiçbir zaman gerçek mahiyetini yansıtmaz.
Bilgelik ve hikmet çoğu defa sırlara gömülüdür.
Sırrı faş etmek ise her zaman mümkün olmamaktadır.
Öyle ise mutlak hakikat’e ulaşmak mümkün müdür?
***
Kâinatı bir bütün olarak ele aldığımızda; cenabı hakkın bütün isimlerinin azami yansımasını görürüz. Çünkü kâinatın tedbirinde bütün esma-i ilahiye tecelli ediyor. (Sözler,85)
Çünkü kâinat büyük bir Kur’andır. Kur’ân ise Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından (Sözler, 331,124) geldiği için sınırsız hakikatleri sınırsız bir ilmi içinde barındırır.
Öyle ise kâinatın hangi yönüne hangi konumuna hangi bağlamına bakarsak bakalım bir sınırsızlık gözükecektir.
Zaten bu sonsuzluk yüzündedir ki kendine güvenen aklı beşer “bilimsel bilgiye” bir had koymak zorunda kalmışlardır.
Buna “Hume” mantığı denir.
Allah ve metafiziği bilinmezler safına koyar duyu ve hisleriyle algıladığı şeyleri kabul eder ve insanlığı enenin atmosferi dışına çımasını engeller. (Elif dergisi;7)
Gel gör ki bir şeyi yok farz etmek yok olması anlamına gelmeyecektir.
Varlık ve hakikat sınırları zorlayacaktır.
Hikmet her daim insanlığın karşısına çıkacaktır.
“Necisin?”,”nerden geliyorsun?” ve “nereye gideceksin?” soruları insanlığın beyninde zonklayacaktır.
Bu durumda ilginç bir tezat karşımıza çıkıyor.
Sadece bilinen şeyleri kabul ettiğiniz zaman düşünmeyi ortadan kaldırmak gerekmektedir.
Oysa bilmek düşünmekten sonra gelir.
Eğer akla bir sansür getirirseniz, düşünmeyecek, düşünmeyince de bilgiler yetersiz kalacak, zaman değişecek insanlık farklılaşacak, asır başkalaşacaktır.
Hâlbuki akıl her daim gelişmekte bilgi artmakta “insan” ha bire keşfedilmektedir.
Beş duyu organın dışında da sınırsız duyuların ve hislerin olduğu ortaya çıkmaktadır.
İşte bu noktada Kant'ın mantığı devreye girer.
Bilinmezlerle bilimi ayırt eder; bilgiyi bilime, metafiziği de düşünceye havale eder.
Sonra her iki sahanın birbirine karışmasını yasaklar. (agd)
Eh bu onun bileceği bir iştir.
En azında kendi tabirince “bilgiyi yürürlükte kaldırma pahasına”,”inanca bir yer açmış” oluyordu.
Amma mutlak hakikat ne olacak?
***
Zaten işin doğrusu felsefenin veledi olan bu çağda, sürekli batının deplasmanında onların sahasında onlar gibi konuşmaktan bıkmış olmamız lazım.
Onların dünyasında onların tabirlerini konuşuyoruz.
Dolayısıyla onların gözlüklerini de takmış oluyoruz.
Bu sefer onlar gibi bakıyoruz. Onlar gibi bakınca karşımıza korkunç bir sayfa çıkıyor.
Ürkütücü bir kâinat, Karanlık dipsiz bir kuyu, sınırı asla hayal bile edilemeyecek muazzam bir büyüklük ve bu sonsuzlun ortasına atılmış bir insan...
yahut'ta kâinatı bir kaç günde halk eden bir tanrı bu korkunç değişim ve anaforların orta yerine insanı atmış ve sebeplerle baş başa bırakmış...
Böylece görmediğini yok farz eden, bilinmeze düşman bir itikatla kâinatın ağırlığı altında ezilmişlik…
Artık diyorum ki: bu itikadı bir tarafa bırakalım.
Batının çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, batıl formüllerini onlara bırakıp,”kendi mesleğimizin muhabbetiyle” kendi itikadımız ve kendi tabirlerimizle kâinatı okuyalım.
Artık güneşin battığı yere değil güneşin doğduğu yere yönelelim.
Elimizde ise Kur’an var ve Risale-i Nur var…
***
Bu kadar beyin jimnastiğinden sonra saadete dönelim;
Baştaki cümleye gelecek olursak; ”hakikat yazıya dökülürse kayıt altına alınır ve gerçek manasını yansıtamaz.”
Bu cümlenin doğruluğunu bir iki örnek ile açıklayabiliriz sanırım.
Bir insan bir kitabı, ya da bir makaleyi yazdığı zaman ele aldığı konunun acaba kaçta kaçının yazabiliyor.
Onu yazarken bir kere hayatı boyunca kazandığı tecrübeler var. Öğrendiği ilim var. Her bilginin tüm hisleri doğrultusundaki açılımları var, dağarcığı var, hafızası var, psikolojisi var, bütün kuvveleri var…
Ve bizzat o konuyla ilgili yapmış olduğu araştırmaları var.
İşte bütün bunca verilerden sonra ortaya çıkan ya bir kitaptır ya da bir makaledir.
Daha da çarpıcı bir örnek verecek olursak: bütün öğrenciler bilir (üniversitede okuyanlar daha da iyi bilir) ki; hoca anfide ders anlatırken eğer öğrenci hazır değilse istediği kadar yazdırdığı ders notlarını alsın hatta hocanın bizzat yazdığı kitabını da alsın çalışsın, yinede dinleyen kadar gerçek cevapları veremez.
Zira hoca anlatırken bilgiler kayıt altında değildir. Farklı duyuların farklı akışları öğrencilerin algılarına yerleşir.
Tıpkı Resulullah'ı bir saat dinleyip başka memleketlere ilim öğreten sahabeler gibi.
O zaman sınırsız veriler ve ilimle dolu bir kâinatı Kur’an nasıl açıklıyor?
Sanırım bu sorunun cevabı ayetlerin canlı olmasından geçiyor.
Allah yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır.(Allah’ın) buyruğu bunlar arasında inip durmaktadır, böylece Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın bilgice her şeyi kuşatmış bulunduğunu bilesiniz. (Talak:12)
Allah bilgice her şeyi kuşattığı gibi sözü de her şeyi anlatmalıdır. Sözü her şeyi anlatması için âlemler arasında inip çıkması gerekir. Her âleme her tabakaya aynı ayetin hitap etmesi için ise canlı olması gerekir.
Nitekim Bediüzzaman bu hakikati şöyle ifade eder:
“Evet, envar-ı hidayeti ilham eden ve şems ve kamerin Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olan Kur'ân'ın melâike-misâl zîhayat kelimâtı nerede; beşerin, hevesâtını uyandırmak için, sehhâr nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı nerede?” (Sözler, 397)
Öyle ise “yazıya dökülen hakikat gerçeği tam yansıtmaz “sözü Kur’an için geçerli değildir.
Öyle ise Kur’an’ın tek bir kelimesinde bütün kâinatı okumak mümkündür.
Nasıl ki küçücük bir anahtar deliğine gözümüzü yaklaştırdığımızda odanın içini tamamen görebiliyorsak, dakaikaşina bir gözle ve dakaikaşina bir kalple Kur’an’ın ayetlerine ve kelimatına bakılırsa sınırsız bir ilim, sınırsız bir kâinat gözükür.
Ve işte böyle bir göz ve kalp Risale-i Nurda vardır.
Sadece “bismillah her harın başıdır” cümlesine baktığınızda, matematikteki “çarpmanın toplama üzerine dağılma özelliği” gibi bütün cümlelere Bismillah’ı koyduğunuzda her cümleyi ve her kelimeyi açtığını görürsünüz.
Sonra Bismillah’ın kâinattaki Rahmaniyet ve Rahimiyet cilvesine nazar ettiğinizde ise tüm kâinatı nasıl bir renge boyadığını hayalinizle müşahade edersiniz.
Son olarak şu paragrafa bakarsak, anlatılmak istenen konunun nasıl bir canlılıkla nasıl hiçbir kayıt altına alınmadan ayetlerin belki çok ince bir noktasını nihai ve canlı bir tanımlamayla anlatıldığını göreceğiz:
Evet, herbiri cevâhir-i hidâyetin birer sadefi ve hakâik-ı imâniyenin birer menbaı ve esâsât-ı İslâmiyenin birer mâdeni ve doğrudan doğruya Arşü'r-Rahmândan gelen ve kâinatın fevkınde ve haricinde, insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve irâdeyi tazammun eden ve hitâb-ı ezelî olan elfâz-ı Kur'âniye nerede; insanın hevâî hevâperestâne, vâhî hevesperverâne elfâzı nerede? (Sözler:398)
Şimdi siz söyleyin;bu cümleler canlı değilde nedir?
Çünkü hiç bir eksiklik olmadığı gibi,hiç bir hakikat da kayıt altında değildir...