Bir insanın entelektüel boyutunu anlamak isterseniz, onun kelime dağarcığına bakmalısınız. Kullandığı kelimelerin çeşidi ne kadar zenginse, o insanın bilimsel yönü o kadar yüksektir. Ancak kelimelerin çok çeşitli olması da yeterli değildir. Kelimelerin, taşın gediğine konulması gibi, yerli yerinde istimal edilerek, muktezayı hale mutabık bir şekilde kullanılması da önemli bir olgudur. İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerini okurken, böyle bir manzarayla karşılaşırsınız. Cümlelerdeki insicamı ve belâğatı zevk ettikçe adeta şapka çıkarırsınız. “Ey Üstad, nereden bulursun bu kelimeleri, insan kelimeleri bu kadar mı güzel kullanır? ”diyecek olursunuz. Zaten öyle olmasaydı, bugün tüm dünyada her kesim tarafından hayranlıkla takip edilen bir âlim konumunda olur muydu?
Hani bir atasözü var ya “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,” diye. Bir bakıma doğrudur. Ancak, Bediüzzaman gibi büyük insanlar için yetersiz bir ifade olur bu. Zira, Bediüzzaman gibi zatlar hem lisan-ı halleriyle hem de lisan-ı kalleriyle ön plana çıkmış insanlardır. Yani, onlar hem işleriyle, davranışlarıyla hem de söz ve hitabetleriyle prototip olmuşlar ve insanlara rehberlik etmişlerdir. Bu yüzden, onun gibi insanlar için “Ayinesi iştir kişinin lâfa da bakılır,” demek daha doğru olur.
Risale-i Nur eserlerini incelerseniz, söz dizini ve kelime kullanımı açısından, edebiyatta kullanılan her güzel sanatın, bu eserlerde kullanıldığını görürsünüz. Mecaz, teşbih, istiare, kinaye, mecaz-ı mürsel, teşhis, intak, fabl, tecahül-ü arif, mübalağa, tevriye, telmih, tekrir, tenasüp gibi edebi sanatların, risalelerin birçok yerinde yerli yerince kullanıldığına şahit olursunuz.
Bütün bunların yanı sıra, bir olayın, bir hakikatin, her kesimin anlayacağı düzeyde veya farklı kesimlerin ifade edebileceği şekilde dillendirildiğine şahit olursunuz. Hele insandaki hasselerin algılamalarına göre çeşitlendirilen konu aktarımlarına şahit olunca “Hey be, Aziz Üstad, bu da ancak sana yakışır,” dersiniz. Nasıl oluyor da aynı konuyu bu kadar farklı şekillerde tasvir ediyorsun? Yani, bir bakıyorsunuz, bir ayeti, bir hadisi, ele alıyor, öyle bir tefsir ediyor ki, bir yönüyle aklınız tatmin oluyor; diğer bir yönüyle de kalbiniz veya diğer hasseleriniz tatmin oluyor. Bu gerçekten, tarifi imkânsız bir halettir. Ancak, okuyunca zevk edersiniz. Kelimeler sizi adeta başka âlemlere götürür ve sizi, dünyevilikten soyutlayarak uhrevî bir atmosferde seyahat ettirir.
Yeknesaklıktan (monoton) soyutlanıp, anlam ve kelime cümbüşleriyle farklılaşmak istiyorsanız, risalelerin dünyasına girmelisiniz. Kokuşmuş, menfaat çatışmalarıyla taaffün etmiş, başkalarının omuzlarını ezerek yükselmiş makamlardan, atmosferlerden uzaklaşıp dostluğun, kardeşliğin, teavünün, empatinin, sempatinin ufuklarında dolaşmak istiyorsanız, risalelerin büyüleyici dünyasına girmelisiniz. Bediüzzaman, bu eserleriyle insanlara bambaşka bir dünya sunuyor. İnsanı hem bu dünyada hem de öteki âlemde mutluluğa ulaştıracak reçeteler takdim ediyor.
Evet, kelimelerin Sultanı Bediüzzaman, o muhteşem Risale-i Nur Külliyatıyla, bir yandan insanı, kelime cümbüşleriyle kuşatırken, bir yandan da insanın aklını, kalbini ve ruh dünyasını mamur edecek hakikatler takdim ediyor. Bu güzelliklerden mahrum insanlar, hangi konumda olurlarsa olsunlar, büyük bir eksiklik içindedirler. Artık, önyargıları bir kenara atarak Bediüzzaman’ı keşfetmek ve “Bediüzzaman Açılımı” yapmak gerekir ki, son zamanlarda yapılan da budur.