'Hayati Bey, genç öğretmen Erol beyle namaz sonrası tanışırlar. Cami karşısındaki çay bahçesinde başlayan sohbetleri Hayati Bey'in yazıhanesinde devam eder. Söz, cinlerin konuşmasının insanlardan farklı olduğuna gelir. Hayati Bey, şeytanın sessiz ve kelimesiz konuştuğunu söyler. Bu nokta Erol Bey'in çok dikkatini çeker.'
Gelelim senin merak ettiğin konuya; sessiz ve kelimesiz konuşma konusuna: İnsanlar asırlardan beri hep görgülerinin, bilgilerinin, şahsî fikirlerinin ve çevrenin etkisinde kalmışlardır. Bunların doğruları yanında yanlışları da vardır. Her kişinin doğruyu bulmaya güç yetiremediği dünyanın şu karışık hâlinden de anlaşılmıyor mu? Demek ki, insana mutlak gerçeği, ancak bütün sıfatları sonsuz olan Allah bildirebilir.'
Erol, anlatılanları bir yandan merakla dinliyor, öte yandan 'Bu söylenenlerin konumuzla ilgisi ne olabilir?' diye düşünüyordu. Hayati Bey konuşmasını şöyle sürdürdü: 'İnsana yapılan sonsuz ihsanların başında hidayet gelir. Yani, '˜mutlak gerçeği İlâhî kitaplardan ve hak elçilerinden öğrenmek, küfürden, şirkten ve her türlü sapıklıktan kurtulmak.' Bu, apayrı bir konudur, gerekirse bir başka görüşmemizde üzerinde durabiliriz. Ben şimdi yukarıda saydığım etki faktörlerden 'görgü' üzerinde durmak istiyorum. Bunun konumuzla yakın ilgisi var: İnsanoğlu başka bir canlı türü görmemiş olsaydı, '˜yürüme' denilince sadece iki ayak üzerinde hareket etmeyi anlayacaktı. Sonra gördü ve bildi ki, dört ayakla, altı ayakla da çok rahat yürünebiliyormuş. Yine böyle bir insan, yol alma denilince sadece yürümeyi anlıyordu. Sonra gördü ve bildi ki, yüzerek de uçarak da yol alan canlılar varmış. Bunları şunun için söylüyorum: Biz, '˜konuşma' denilince kendi konuşmamıza takılır, bir başka tür konuşmaya akıl erdiremeyiz. Konuşma için mutlaka beyne, sinir sistemine, dile, dudağa, havaya ihtiyaç olduğunu sanırız. Sessiz ve kelimesiz konuşma türü de olabileceğine pek ihtimal vermeyiz. Halbuki birazcık düşünsek bunun mümkün olabileceğini kendi benliğimizde de okuyabiliriz. Biz içimizden plânlar kurarken, '˜şöyle edeyim, böyle yapayım, bugün şuraya gideyim' derken, kendi kendimizle sessiz konuşuruz. Şu var ki, bu konuşmayı kelimelerle yaparız. Bu mümkün olabildiğine göre, hem sessiz, hem de kelimesiz konuşmalar niçin olmasın?'
Erol'a soran gözlerle baktı. Erol, harika bir manzarayı ilk defa görmüşçesine hayretler içindeydi: 'Size teşekkür ve tebriklerimi birlikte sunuyorum' dedi. 'Şu anda bir şeyler anlamanın hazzını tadıyorum. Fakat bunu kelimelere dökecek durumda değilim. Sözün nereye varacağını hisseder gibiyim.' Devam etti Hayati Bey: 'Cebrail de diğer meleklerle konuşur, ama bizim birbirimizle sohbet etmemiz gibi değil. Rabbinden ilham yoluyla aldığı emirleri, diğer meleklere yine ilham yoluyla aktarır. Ortada ne hava vardır, ne de ses. İşte değerli kardeşim, vesvese de ilhamın zıddıdır; kelimesiz ve sessiz bir konuşma olma noktasında ona benzer. Vesvese, '˜fısıltı hâlinde gizli konuşma, şeytanın kalbe attığı şüpheler' demektir.
Biraz durakladı: 'Yorucu bir konu. Biraz ara versek iyi olur sanırım' dedi ve zile basarak görevliyi çağırdı. Sonra Erol'a dönerek, 'Çay içmiştik. Şimdi size meyve ikram etmek isterim' dedi ve onun cevabını beklemeden ayağa kalktı ve para vermek üzere görevliyle birlikte dışarı çıktı. Yayınevini şöyle bir dolaşmak geçti içinden. Böylece, Erol'a da bir değerlendirme fırsatı vermiş olacaktı. Az sonra döndü. Çok geçmeden meyveler de geldi. Hayati Bey, eline bir elma alarak: 'Bu meyve bizimle iki türlü konuşmaktadır. Rengiyle gözümüze, tadıyla dilimize, taşıdığı vitaminlerle bedenimize hitap ederken, bir kudret mucizesi ve rahmet hediyesi olması yönüyle de ruhumuza hitap etmektedir. Kalbimiz onu severken aklımız da tefekkür eder. İnsanı tanımayan ve ona merhamet etmekten çok uzak bir ağacın eliyle verilen bu nimetlerin doğrudan doğruya Allah'ın bir ikramı olduğunu düşünürüz. Şimdi insanın bedenini hayalen ortadan kaldıralım, ortada ruh kalacaktır. O bedensiz ruhun konuşması da, dinlemesi de bir başka olacaktır. İşte şeytan bu ruhla konuşmaktadır. İnsan bunu unutunca, şeytanın onun kalbiyle konuşmasını kendi sözleri ve düşünceleri sanır ve rahatsız olur. Halbuki olayı doğru değerlendirse, bozuk fikirli insanların sözlerinden nasıl etkilenmiyorsa, şeytanın vesveselerinden de etkilenmeyecektir. İşte senin düştüğün hata şeytanın sözlerini kendi sözlerin sanmandır.'
Erol'un gözlerinde sevinç şimşekleri çakıyordu. İçinde büyük bir rahatlama hissetti. 'Demek ki benim kalbim sandığım gibi bozuk değilmiş. Rabbime ne kadar şükretsem az' dedi ve devam etti: 'Gerçek böyle olunca mesele kalmıyor. Şeytan kendi görevini yapacak ve ben onu dinlemeden kendi işime bakacağım.' Hayati Bey, yerinden kalktı ve yine yayınevinin dinî yayınlar bölümüne geçti. Bu defa elinde bir kitap olduğu hâlde döndü. Kitabın birini açtı ve kısa süren bir aramadan sonra Erol'a Sözler adlı eserden şu cümleleri okudu: 'O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir.' 'İnsan bir şeyden rahatsız oluyorsa onu kendisi yapmıyor demektir. Yapan da rahatsız olan da kendisi olsa ortaya tuhaf bir tablo çıkar. Buna göre insanın, kalbine gelen çirkin sözlerden rahatsız olması gösteriyor ki, o sözler onun kendi sözleri değil. İşte, vesvese şeytanın insan kalbiyle konuşmasıdır. O halde sen kendi kalbinden değil şeytandan rahatsız oluyorsun. Gerçeği böylece tespit edemeyenler kalplerinin bozulduğunu sanarak üzülür ve yersiz dövünürler.' 'Şeytan bunu niçin yapıyor? Bunda ne faydası olabilir?' diye sordu Erol.
'Şeytanın derdi insanları üzmek, rahatsız etmek değildir. Bunlar dünyaya ait olaylardır ve sonunda bir türlü kaybolur giderler. Onun meselesi insanları mümkünse imansız, hiç olmazsa ibadetsiz yapmaktır. Vesveseden rahatsız olan insan, kurtuluşu ibadeti bırakmada bulursa, işte o zaman şeytan hedefine ulaşmış demektir.' 'Aslına bakarsanız,' dedi Erol, 'ben buna da akıl erdiremiyorum. İnsanların imansız ve ibadetsiz olmasından şeytana ne? Bundan ne zevk alıyor?' Hayati Bey: 'Bu sorunun cevabı daha önce geçti sanırım.' Erol, 'Hatırlayamadım.' manasına dudak büktü. Hayati Bey: 'Önceki görüşmemizde size 'İnsanlardan şeytan vazifesini gören cesetli ervah-ı habise' bulunduğunu okumamış mıydım!?' dedi ve Erol'un meraklı bakışları altında, 'Bu sorunun cevabını o insanlara sormak lâzım. İnsanları yoldan çıkarmaktan, ahlâksız ve inançsız yapmaktan ne anlıyorlar?' İçini çekerek: 'Zevkler çok çeşitli. Bülbül ötmekten zevk duyarken, canavar parçalamaktan lezzet alır. İnsanın da ruhu bozuldu mu canavarlaşıyor' dedi.
Bir süre sessiz kaldı. Sonra Erol'a, 'Şeytanın Âdem'e (as.) secde etmemesi olayını biliyorsun değil mi?' diye sordu. 'Evet' diye cevap verdi Erol. Hayati Bey: 'İnadını sürdürmekte ve kan davası gütmekte de çirkin bir zevk vardır. Şeytan, Âdem'e (as.) secde etmemekle dönüşü olmayan bir yola girdi ve insanlığa zarar vermede yılanları, canavarları çok gerilerde bıraktı.' Birden, 'Özür dilerim' dedi. 'Sana güya meyve ikram ettim ama yemen için de fırsat vermedim.' 'Önemli değil' dedi Erol. 'Şu anda kalbim ve ruhum gıdalarını alıyorlar.'
Hayati Bey tebessüm etti ve elmalardan birini Erol'a ikram etmek üzere soymaya başladı. Meyve faslından sonra, Erol müsaade istedi: 'Konuşmalarınızdan çok faydalandım. Teşekkür ederim. Yeni geldiğim bu şehirde sizin gibi faydalı bir insanla tanışmış olmaktan mutluyum. Akşam olmadan eve varmam gerekiyor. Sizi daha sonra yine rahatsız edeceğim ama...'