Türk romanı batı romanından daha eski bir geçmişe sahip. Hamdullah Hamdi’nin Yusuf ile Züleyha mesnevisini incelemiş, onunla ilgili bir yazı yayınlamış ve daha sonra "Edebiyatımızda Estetik ve Felsefe" diye bir kitabımda onu yayınlamıştım. Bu bahsi de Fatma Barbarosoğlu Hanımefendi ile irdelemiştik. Benim Don Kişot’tan önce tarihi olarak da Yusuf-ı Züleyha’nın olduğunu beyan etmem sayın Rahmetli Hocam Kemal Karpat’ın dikkatini çekmiş, aşağıdaki yorumunda benim o yorumumu zikretmiş, Allah rahmet etsin.
Hatta şimdi Dede Korkut ile ilgili bir çalışmam var, onun bu kitaplardan Don Kişot'tan da önce olduğunu ifade edeyim. Biz tahkiye sanatında batılı tabirle narrasyonda batıdan daha eski, daha köklüyüz ama biz bir yerde bırakmışız onlar daha etraflı konuyu ele almış romanın unsurlarını geliştirmişler.
"Ruh yani maneviyat kaybının ben ancak toplumun bazı üst bölümlerinde sınırlı kaldığını düşünüyorum. Çünkü toplumun ezici çoğunluğunu temsil eden alt bölümlerinde maneviyat yok olmamış, tam tersine inancın, bu arada İslam'ın kişinin temel hakkının bir parçası olduğu fikri kökleşmiştir ve gerçek laikliğin yolunu açmıştır.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız sosyal değişme, Batılılaşma ve edebiyat ilişkileri 1945-46 ve 1960 demokrasisinin gelmesiyle köklü şekilde değişmiştir. Bu gelişmelerin başında bireyin (ferdin) siyasi alanda söz sahibi olarak, ön plana geçmesi gelmektedir. Demokrasi ortamı yani hürriyet, devleti halkla birleşmeye itmiş, halkın kendi devletine sahip çıkma çabasını hızlandırmıştır. Demokrasi, edebiyatı da gerçek manada özgürleştirmiş, halkın aynası ve ruhu olmaya zorlamıştır. Yine Nurdan Gürbilek'ten esinlenerek (Mağdurun Dili, 2007) "dışlananlar" (ben bunu sosyal anlamda kullanıyorum) kendi çabalarıyla bütüne karışmak hatta ona hakim olmak yolunu tutmuşlardır. 1940'larda ortaya çıkan köy edebiyatının halkı keşfetmede önemli katkısı olmuş, fakat fonksiyonunu yerine getirdikten sonra gücünü yitirmiştir. Köy yazarlarından ancak Cahit Külebi, Fakir Baykurt (Kaplumbağalar) gibi birkaç isim önemini muhafaza etmiştir.
Demokrasi yolu ile halk, daha doğrusu benim orta sınıf dediğim taşralı toplum, devlete kendi damgasını vurmak yolunu sağlamıştır. Türkiye için demokrasi ve seçimler iktidarı tayin ettiği kadar topluma özüne dönüş yollarını açmıştır. Siyasi gelişmeler edebiyatı da halka doğru yönlendirmiştir. 1980 müdahalesi birçok entelektüeli bilhassa sol takımı ortak sandıkları devletten ayırmış, toplumla birleşmeye zorlamıştır. (Berna Moran bu konuyu kitabının 3. cildinde uzun uzadıya anlatmıştır.)
TÜRK ROMANI
Buraya kadar yazdıklarım edebiyatımızı, siyasi, sosyal tarihimiz açısından kendi görüşlerime göre bir değerlendirme niteliğindedir. Edebiyat ve Toplum derleme kitabımda asıl üzerinde durduğum konu genel romandan ziyade Türk romanıdır.
Romanın ne olup olmadığı öteden beri tartışılan bir konudur. Birçok yazar ve eleştirici Türkçe yazılan en eski eserlere dahi roman ismini vermektedir. Prof. Dr. Himmet Uç -ki roman üzerinde çok çalışmıştır- romanın teknik unsurlarını Yusuf ve Züleyha'da buluyor. Elimin altında bulunan on kadar roman koleksiyonları, roman konusunda oldukça ayrı görüşlere sahip oldukları gibi "roman" olarak seçtikleri eserler de birbirinden farklıdır.
Kanımca bir romanın "Türk" olması için Türkçe yazılmış olması yeterli değildir. Her ne kadar dilin bir eserin "milli" kimliğini tayinde birinci derecede yeri olsa da, romanda "Milliliği" tayin eden esas bir toplumun manevi-ruhsal özelliğidir ve yazarın bunu yansıtmaktaki sanat gücüdür. "Milli" roman belirli bir grubun belirli ruhsal özelliklerinin, davranışlarının, değerlerinin, sosyalleşmesinin yani başka kişilerle ilişki kurma biçimlerinin bir ifadesidir. Böyle bir roman genelde siyasi bir çerçeve, milli devlet içinde yazılmaktadır. Milli roman milliyetçi değil, evrenseldir. Böyle bir grubun sosyal-kültürel-coğrafik bir alanın insanlarını esas tutarak yazılır.
Bir "milli" toplumun tarihi kökenleri değişebilir, geliştirilebilir, din değiştirmekle onlara yeni boyutlar eklenebilir, fakat toplum özünü-etnik diyebileceğimiz özünü muhafaza ettikçe kültürel kimliğini korur. Bence böyle bir "Türk" vardır ve o tarihin, kültürün ve ortak tecrübelerin yarattığı bir varlıktır. Orta Asya kökenleri, İslamlaşma, Fars etkileri, Selçuk ve Osmanlı kültürleri ve nihayet Cumhuriyet'in getirdiği ve bazen zorlama ile kabul ettirdiği modernleşme kültür ve kimlik yapımıza sinmiş ve eski kökenlerle kaynaşmıştır. Birçok ırk ve etnik grupla kaynaşan eski "Türk" yeni tipte modern bir Türk olarak meydana çıkmıştır. Bir yanı sabit, diğer yanı durmadan değişen, gelişen bir Türk bu.. Cumhuriyet bu insanı milli, siyasi bir çerçeve içine yerleştirince "millilik" yani Türklük ön plana geçerek tarihsel, kültürel kimliği bilinçlendirmiş ve yaygınlaştırmıştır. Böyle bir kimlik "milli kişilik" gibi teorilerin ötesinde sosyal dinamiğin ve tarihin ürünüdür.
Daha evvel işaret ettiğim gibi yerel orta sınıfların ortaya çıkması, milli devletlerin kurulması ve romanın oluşması arasında çok sıkı ilişkiler vardır. Bu üçlü birleşimin her ülkede ayrı şekilde oluşamayacağı ve farklı sonuçlar vereceği aşikârdır. (Bugün İslam ümmeti 56 kadar milli devlete bölünmüştür ve her biri kendi etnik kimliğini vurgulayan bir devlet yaratmıştır. Aynı dili konuşan Araplar bunun en güzel örneğidir.) Azınlık olarak bilinen grupların kültürel haklarının muhafazası ayrı konudur."
Fatma Barbarosoğlu Hanımefendi Kemal Karpat’ın ölümü dolayısıyla yazdığı 22 Şubat tarihli makalesinde onun roman ile ilgili yorumlarını eleştiriyor, bazı romanları görmemiş olabileceğini belirtiyor. Ben de buna katılıyorum çünkü merhum elbette Türk romanı üzerine derinlikli bir eleştirmen olmayabilir.