“İnsan evvela nefsini sever” diyor, Bediüzzaman Hazretleri.
“Sonra akaribini (akrabalarını)”
“Sonra milletini”,
“Sonra zihayat mahlûkları”
“Sonra kâinatı, dünyayı sever” (Sözler sh. 322) diye devam ediyor.
Aslında bu tespit sanırım soyut bir tespittir. Hiçbir şeyden etkilenmeden yaşayan bir insanın sevgisini anlatmaktadır.
İnsan bir şeyi sevmesi için önce onu tanıması gerekiyor. Tanımanın derecesine ve o şeyden gelecek menfaate göre de sevgisi artar veya eksilir.
Nefis bu durumda en önemli mevkii işgal etmektedir. Yani, dünya zevklerinin ve lezzetlerinin kaynağını teşkil ettiği için “insan evvela nefsini sever” arkasından diğerleri gelir.
Ancak yaşadıkları ve öğrendikleri sayesinde bu sevginin sırasını değiştirmek sanırım mümkündür.
Mesela sağlam bir imana sahip bir kişi elbette Rabbini nefsinden çok sever. Sonra Peygamberini sever, sonra Kitabullahı sever, sonra belki üstadını, şeyhini sever.
Bazen cahil toplumlarda bu sıralamada ağa birinci sırayı alır. Ağayı canından, yani nefsinden çok sever.
Yani bu insan “evvela ağasını sever” sonra nefsini sever, sonra akaribini, sonra milletini diye gider.
Ağa “kahraman” desin diye gidip adam öldürür ve kendini bir ömür boyu hapse attırır.
Allah’ı nefsinden çok sevmek bir yerde mümkün olabilir. Zira ondan gelen nimetlerin haddi hesabı yoktur. Onun adına Peygamberi de nefsine tercih söz konusu olabilir. Ama Müslüman kardeşini nefsinden çok sevmek hayli zordur. Zaten bu zorluk nedeniyledir ki, sahabelere kimse yetişemiyor.
Sahabelerde bulunan “isar” hasleti işte bu güzelliğin ismidir. Kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etme durumu.
Van depremi münasebetiyle bu hasletin yer yer yaşatıldığı hadiseleri duyuyoruz. Ve bu hadiseleri öğrenince de maşallah-barekallah demeden geçemiyoruz.
Mesela Diyarbakırlı iki kardeş ayrı evlerde yaşıyorlarken biri ailesiyle diğerine taşınıyor ve boşalttığı evini Vanlı bir aileye tahsis ediyor.
İşte bu sahabe hasletidir. Kardeşini kendine tercih etme anlamı taşıyor.
Başlığa çıkardığım Üstadın o sözü ise aslında bu anlamda mükemmel bir tespittir. Bir şey zatında güzelse ve harika ise başkasından güzelliğini almıyorsa bizzat kendine aitse işte o şey bizatihi sevilmeye layıktır. Hatta aşık olmaya adaydır. Çünkü o zaten güzeldir. Hele kâinattaki tüm güzelliklere de kaynaklık ediyorsa onu sevmemek mümkün değildir.
Ama maalesef insan bizatihi güzel olan Allah’ı sevmek yerine onlarca şeyi sevmeyi tercih ediyor. Aslında bu sevdiği şeyler zatında güzel olmadıklarından başına bela ediyor.
O nedenle yine Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:
“Mâdem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl Sahibine mahsustur; ne vakit Hakiki Sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı O’nun nâmiyle ve O’nun aynası olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa, muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur.” (Sözler sh. 322)