Yılbaşı gecesi İstanbul’da gece kulübünde meydana gelen terör saldırısı, ülkemizde yine büyük bir toplumsal tartışma meydana getirdi. Taraflar aynı: Dindarlar ve Kemalistler.
Kendine sıkça tekrar eden ve her seferinde daha da şiddetlenen bu kutuplaşma Bediüzzaman Hazretlerinin ‘Türk unsurunda kabili iltiyam olmayacak bir inşikak olacak’ sözünü akla getiriyor.
Tabii hem Üstadın bu sözünü şerh etmek hem de mezkur kamplaşmanın temel nedenini izah etmek gerekiyor.
Daha çok sosyal medyada saldırı vesilesiyle Kemalistler tarafından ‘birlikte yaşamanın teminatı’ olarak görülen laiklik problemi tartışmanın etrafında döndüğü mihver olarak karşımıza çıkıyor.
Öncelikle şunu söylemek gerekir ki laikliğin kardeşçe yaşamamızın teminatı olduğu çok büyük bir yanılgıdır. Laiklik savunucusu Kemalist zümrenin yaygara koparmasının sebebi devletin temel kurumlarında olan sahipliklerini kaybetmelerindendir. Yoksa bu ülkede muhafazakarlar, iktidar olana kadar sürekli baskılanmış, ses çıkarmalarına engel olunmuştur: Fişlenmiş, üniversiteye, meclise, vatan için (şehit olmasını göze alarak) gönderdiği asker evladının yemin törenine girmesi bile başörtülü olduğu için engellenmiş, hocaları asılmış, cezaevlerine atılmış, öldürülmüş, sürgün edilmiş ve daha birçok mezalime maruz kalmış. İşbu azınlığın devletin kurumlarındaki otoritesi nedeniyle savunma yapmaya imkanı olmamıştır. Ta ki iktidar dışında devletin asıl iktidarını sağlayan diğer kurumlarında var olana kadar...
Bugünkü laiklik yaygaralarının temel sebebi laikliğin elden gidişi değil, muktedirliği sağlayan kurumların elden gidişinden dolayıdır yoksa laiklik denen şey bile laiklik olarak değil "laisizm" suretinde tatbik edilmiştir.
Ancak tarafların konjonktürel olayları birbirilerine fırlatarak düşmanlıktan başka gidebilecekleri çok fazla bir yer yok.
Ben bunları çok fazla bahis mevzuu etmeden "temel ihtilaf mevzuuna" dair birkaç şey yazacağım. Neticede laiklik, yılbaşı kutlaması vs. bir kültür ürünüdür ve esas ayrışma da "kültür" eksenlidir.
Kemalistlerle-Muhafazakarların bloklaşmasının asıl sebebi paradigmatik ayrımdır. Değerler sisteminin büsbütün ayrı olmasıdır. Bu da yukarıda bahsettiğim gibi Ak Parti ile ortaya çıkmış bir şey değil; Cumhuriyetin kuruluşundan beri var olagelen bir zıtlaşma.
Şüphesiz ki her inanç sistemi bir takım değerler ve umdeler üzerine inşâ edilmiştir. Müslüman olmak demek İslâmî paradigma ve bilinç ile düşünebilmek demek aynı zamanda. Bu değerler sisteminin çok doğal bir sonucu olarak kendine özgü kültürel yansımaları ve davranış biçimleri ortaya çıkaracağı açıktır. Biz buna yaşam tarzı diyoruz. Buna göre Batılı paradigma ile düşünerek İslâmî yaşam tarzı ya da bunun tam tersi bir durumun denemesi çelişki oluşturur. Tıpkı Türkiye'deki Müslüman olduğunu söyleyen laiklerin ve Batı yaşam tarzına ait olan davranış kalıplarını sergileyen muhafazakarların düştüğü çelişkiler gibi. Yani Batılı gibi düşünerek İslam hayat tarzının anlaşılması mümkün olmayabilir. (Batı derken temelini Hristiyanik öğretilerin oluşturduğu coğrafi olarak Batıdaki ülkelerin kabullendiği paradigmadan bahsediyorum.)
İslam, teorik olarak bir inançsızın yaşamına müdahil olmaz. 'La ikrahe fi'd-din' (Dinde zorlama yoktur) ayetinde somutlaştırdığı bu temel kaideyle kimseyi zorla Müslüman yapmaya çalışmaz. Kimseye kendisini zorla benimsetmez ancak benimseme gerçekleştikten sonra işler değişir; inananın hayatına müdahil olur. Bu, İslam'ın diğer inanç sistemlerinden farklı olarak bir "hayat tarzını" şamil olduğunu gösterir. Emir ve men edişlerine riayet edilmesini ister. Buna göre de bir ‘ukubat’ fıkhına sahiptir. Bu da İslam'ın bir "suç felsefesi ve ceza hukukuna" sahip olduğunu gösterir.
Mesela bir Müslüman neden laiklik savunucusu olamaz? Laiklik, kilise-devlet arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir kurumdur ve ait olduğu coğrafya, dininin "devlet yönetimi" konusunda herhangi bir ahkam vaz' etmediği Hristiyan coğrafyadır. Oysa İslam, devlete din konusunda vazifeler yükler. Dinin hükümlerini tenfiz (uygulanmasını sağlamak) görevini verir devlete ki bu laiklikle taban tabana zıttır. Tabii bu bir gayr-i müslimi Müslüman yapmaya ya da Müslümanca zorlamaya hakkı olduğu anlamına gelmiyor. Bununla birlikte toplumsal yapıyı korumak için müslim/gayr-i müslim fark etmeksizin herkesin uymasını beklediği bir takım kurallarının olduğu da doğrudur. (Hukuk Felsefesi)
Bir başka örnek olarak yılbaşını kutlamasını ele alabiliriz. İslam, hicri ya da miladi yeni yılın kutlanması ya da kutlanmaması gerektiğine dair bir şey söylemez. Peki muhafazakarlar neden bu kadar tepkili?
Cevabı tam da anlatmaya çalıştığım kültürel ayrımla alakalı çünkü; İslam bir başka kültüre benzemeyi yasaklar. Kültürel benzeşmenin, değerler sistemini yıpratacağını öngörerek yılbaşı kutlaması, paskalya vb. başka bir kültürün davranış kalıplarıyla amel etmeyi uygun görmez. Tepkinin sebebi budur.
İnsanların farazî (varsayımsal) olarak zamanı taksim ve ta'yin etmek için (bölümleme ve belirleme) oluşturduğu takvim sisteminde hicrî ya da milâdî yeni bir sene, benim için bir şey ifade etmez mesela. Sadece ömrümün azalması, zamanı kıymetli değerlendirememekten dolayı üzülürüm. Ben "yeni beklentiler" için önümüzdeki her yeni anın ya da her yeni günün yeterli olduğunu düşünüyorum.
Konuya dönecek olursak, laiklik, yılbaşı kutlaması, "temyiz çağına erişmiş" bir kadının evlenme yaşı gibi somut ve konjonktürel konular bir kültür ürünüdür ve bunların etrafında dönen ihtilaflar kültürel ve paradigmatik ayrışmanın bir sonucudur.
Bu noktanın anlaşılmasının asgari düzeyde kardeşçe yaşamaya katkı sağlayacağına inanıyorum. O zaman belki birbirimizi suçlamadan kurtulup anlamaya başlayabiliriz.