Cemil Meriç “Nurcu Bir Gençle Konuşma” başlıklı bir mülakatında Tanpınar’ın herhangi bir dünya görüşüne bağlı olmadığı buna mukabil Kemal Tahir’in Marksist dünya görüşüne bağlı olduğunu anlattıktan sonra bir dünya görüşüne bağlı olan ve olmayan insanların mümeyyiz vasıflarını şöyle mukayese eder:
“…Bir dünya görüşüne bağlanmak çok büyük bir kuvvet kaynağıdır. İnsanı dağılmaktan korur ve hedefe emin yollardan götürür. Fransızların bir atasözü vardır: “tek kitaplı insandan korkulur” derler. Tek kitaba bağlanan insan, tek düşünceye bağlanan insan gerçekten korkutan insandır. Bu düşünce hakikatin bütününü kucaklar veya kucaklamaz. Yalnız belli bir adeseden gösterir her şeyi ve bir bütündür.
Halbuki dağılan, yayılan, parçalanan bir düşünce, aynı derecede kavrayıcı, aynı derecede derine inici olamaz. Genç bir tecessüs, bir insana ve bir düşünceye bağlanış, yalpa vurmadan giderse hedefe, her gün bir mabedin eşiğinde sabahlayan, her gün bir resul arayan ve muhtelif kutuplar arasında yalpa vuran bir insandan çok daha kuvvetlidir.
Ötekisi bir nevi şehvettir. Nereye bağlıysanız bütün olarak bağlanacaksınız. Bağlanırken tabii birtakım seyahatler icap edecek. Bu bağlılığın gerektirdiği birtakım teferruatları tetkik etmek mecburiyetinde kalacaksınız. Fakat kuşkularınız vardır. Yani, bugün Freud’a, yarın Marx’a, öbür gün Schopenhaur’e, bu şekilde yalpa vuran bir zeka sadece bir şair yetiştirir, bir fikir adamı yetiştiremez…”
Bu satırların ardında hayata ve insana dair birçok sorunun cevabı var. Mesela “Nurcular neden Risale-i Nur dışında bir kitap okumuyor, okuma gereği duymuyor, sadece Said Nursi’ye bağlanmışlar? gibi bazı çevrelerce çokça, bolca ve kolayca tekrarlanan ‘özel’ soruların mukni bir cevabını bulabilmek mümkün. Dileyenler bu soruların yanıtını tam almak/anlamak için bir kez daha mezkûr pasajı teemmül ile okuyabilir ama şimdilik üzerinde durmak istediğim husus başka.
Her dünya görüşü bir bakışın, bir nazarın eseri. “Her bakışın bir köşesi, iki kenarı, dolayısıyla bir açısı; her nazarın da bir noktası vardır. Öyleyse, bakan, bir köşeden ve iki kenar arasından, bir açıdan mevcuda bakar ve onu malûm hale getirir. Köşe, nokta değiştikçe, iki kenarın, açının açılımı farklılaştıkça, mevcut değil ama mevcudun malum hale gelme seviyesi değişecektir. Bu nedenle tüm ilkeler, sâbiteler, konumlanan noktaya göre bir anlama ve değere sahiptir. Çerçeveleri, dizgeleri de var-eden bakış açılarıdır.”
Kendi hakikatinden ‘emin’ olanlar bir dünya görüşünün (açının) penceresinden bakarlar dünyaya. Ayağı sabit bir düzlem/dizge üzerine basılıdır. Bu düzlem/dizge ona bir özgüven verir ama oradan ona görünen şeyler (manzara) ne ölçüde net ve doğrudur? Hayata bir ideolojinin prizmasından bakan bütün insanlarda bu özgüven vardır. Bu özgüvenin olması baktığı yerin sahihliğini tek başına güvence altına almaya yeter mi? Tüm ilkeler, sâbiteler, konumlanan noktaya göre bir anlama ve değere sahip ise eğer, konumlanan hangi noktanın daha sahih ve daha sadık olduğunu tespit etmemiz icap eder. Bunu, öznelliğe kaçmadan başarabilmek mümkün mü?
Herhangi bir nokta-i nazarı/açıyı/köşeyi seçerken neye göre seçiyoruz ve bu eylemimizi gerçekleştirirken farkında olmadan bir noktada/açıda/köşede durmuyor muyuz? Yani sorun bir bakış açısına sahip olmak sorunu değil, sahip olunan bakış açılarından hangisinin sahih/sadık/güvenilir/geçerli olduğu sorunudur. Bir bakış açısına (dünya görüşü) sahip olmanın ‘psikolojik emniyeti’ ve ‘metafizik güvenliği’ o açı sonucu görünen hakikatlerin doğruluğunu/geçerliliğini garanti eder mi? Hayatım bu sorunun yanıtını aramakla geçti. Tanpınar, belki de bu sorunun yanıtını bulamadığı için hiçbir dünya görüşüne bağlanmadı.
Her fırsatta muhaliflerinin bakış açılarının yanlışlığından ve isabetsizliğinden dem vuran ‘mutlakçılar’, kendi bakış açılarının mutlak doğru olduğundan nasıl ‘emin’ olabiliyorlar? Bu ‘eminlik’ için dayandıkları açı ne? Kendi hakikatinden ‘emin’ olmak, hakikati zorunlu olarak tek(tip)leştirir ve bu tek(tip)leştirme ise yine zorunlu olarak tekebbür ve temellük marazını doğurur. Ama şunu çok iyi biliyoruz ki tekebbür ve temellük marazı hakikati hem incitir hem görünmezleştirir.
Tereddüt geçirmemiş bir düşünce, düşünce değil inançtır artık. Tereddüt, irkilme, ikilem, yalpalama düşünen insanın vasıfları, inanan insanın değil. İnancından ‘emin’ olmak, insanın en tabii hakkı (çünkü inanç emin, yani mutmain bir duygu ister muhatabından) fakat düşüncesinden ‘emin’ olmak, öyle mi? Ne gariptir, bir dünya görüşüne bağlanıp kendi hakikatinden ‘emin’ olanlar genellikle mutlu iken; diğerleri mutsuzdur.