Kendi öz değerlerine düşman olan bu nesil nerede yetişti?
Bugünlerde bol bol duyduğumuz sözler, fısıltılar, ulu orta konuşmalar hep, “Ergenekon, Balyoz, 12 Eylül, 28 Şubat… vb. kelimelerdir.
Gazetelere yansıyanlara baktığımızda insanın küçük dilini yutmaması mümkün değil. Kendi öz halkına, insanına bu kadar yabancı, diline ve dinine, inancına bu kadar ecnebi ve yok edilmesi gereken bir unsur gibi gören ve bütün planlarını, programlarını bu yönde yapan zamanın etkili ve yetkili şahısları acaba nerede yetiştiler, nasıl bir eğitimden geçtiler de bu hale geldiler diye insanın aklına geliyor.
İsterseniz buna cevabı ben değil de Mehmet Akif versin. Evet, Akif versin ki, bu şer otlarının kökünün nereden kaynaklandığı ve bu memleket üzerinde nasıl oyunların oynandığı daha iyi anlaşılsın ki, bugünkü olaylara daha net teşhis konabilsin. Aksi takdirde olaylara hamiyet duygusuyla, merhamet hissiyle yaklaşırız ki, şer tohumları fesat bir zemini bulur bulmaz yeniden filizlenir ve bu Müslüman milletin bir-bir buçuk asırlık bünyesini yeniden sarıp kemirmeye başlar.
Akif şöyle diyor: Ortada bir kara zemin ve gençlerimizi, geleceğimizi mahv eden bir derdimiz var. Zengin, orta halli, züğürt, elhasıl hepimiz mektepsizlikten, hepimiz eğitimsizlikten şikâyet ediyoruz; Fakat hiçbirimiz bu derdin çaresini bulmak istemiyoruz. Yedi bacanak gidiyorlarmış, saatlerce süren sükût canlarını sıkmış, bir adam olsa da lâf etsek! demişler… Biz de tıpkı böyleyiz: Milyonlarca herif bir yere toplanmışız. “Ah bir hayır sahibi çıksa da çocuklarımız için mektep açsa!” diyoruz.
Biz de pek garip, bununla beraber pek fena bir tabiat var: Sorumluluğu hepimizi ilgilendiren yolsuzlukları, hataları ağız dolusu, sayfa dolusu muaheze etmekle vazifemizi edâ eylemiş oluyoruz; toplumu oluşturan fertlerden biri olmak itibariyle meydandaki fenalıklardan kendimizin de mesul olduğumuzu hiç hatırlamıyoruz. Memleketimize bir şeref teveccüh ederse her birimiz en büyük hisseyi nefsine ayırmak istiyor; milletin şanını, haysiyetini lekeleyen içtimai, sosyal maskaralıkların töhmetini ise hiç birimiz yanına yaklaştırmıyor!
Bir de bakıyorum, vazifeperverliği, fedakârlığı daima başkalarından bekliyoruz. “Dostlar şehid, biz gazi!” Yağması dört elle sarıldığımız bir düsturdur.
Akif şöyle devam ediyor: evvelki akşam muhterem arkadaşım Akçora Yusuf Bey şöyle bir vak’a (olay) hikâye etti: Lehistan Müslümanlarında bir zengin adam geçenlerde İstanbul’a gelmiş. Maksadı hem bu memlekette büyücek bir iş yapmak, hem de oğlunu mekteplerimizden birine vermek imiş. Çünkü ora cimnazyalarına (okullarına) devam eden çocuğun Ruslaşmasını istemiyormuş.
Bu hamiyetli adam evvelâ Mekteb-i Sultaniye (Galatasaray Lisesi, kuruluşu 1868) gitmiş; maksadını dili döndüğü kadar anlatmış. Fakat karşısındakiler bir türlü zavallı adama istediği bilgiyi vermemişler; hatta eline sundukları program da Fransızca yazılı imiş.
Başka bir okul yok mu, demiş. Robert Kolleji’ni (İstanbul Amerikan Robert Lisesi. kuruluşu 1863) göstermişler, gitmiş. Yanına kattıkları tercüman vasıtasıyla, gezmekte olduğu müessese hakkında bilgi alırken mabede benzer bir yer nazarı dikkatini çekmiş!
-Burası nedir?
-Kilisedir. Şu kürsüye her hafta bir Protestan papazı çıkarak talebeye vaaz eder.
-Vaazı dinlemek mecburi midir?
-Evet, bütün talebeler için mecburidir.
-Pekâlâ! Talebeler içinde Müslüman yok mu?
-Seksen kişi var.
-Çok şey! Müslüman çocukları Protestan Papazın vaazında bulunsunlar, hem de mecburen bulunsunlar ha! Lakin Rusya mektepleri buradan çok iyi imiş. Onlar Müslüman öğrencileri papazların verdiği vaazlarda, din derslerinde hazır bulundurmak şöyle dursun, öğrenci kendiliğinden girmek istese de men ederler.
Bunun üzerine adamcağız şu sorunu çözmek için “okulun yönetici kadrosunda” bir Türk olsa da onunla anlaşsak demiş. Kendisine vardır cevabını vererek centilmen bir zatın yanına götürmüşler. Bu zat umum öğrencilerin vaaz günlerinde mabedde bulunması müessesenin vâkıfı tarafından konulmuş bir usûl olduğunu, binaenaleyh Müslüman çocukların da bundan istisnasının mümkün olamayacağını söyledikten sonra sırf ahlaki bir zeminde cereyan eden bu vaazlardan o kadar ürkülmemesi gerektiğini bildirmiş. Zaten insan, dini mektepte almazmış; büyüdükten, düşüncesi kuvvetlendikten sonra din hakkında bir fikir edinirmiş… (aradan bir asır geçmesine rağmen hala aynı fikri savunanlar var, değil mi?)
Bu düşünceleri ve fikirleri dinleyen Lehistanlı kardeşimiz: “İyi ama insanın büyüyünceye kadar bulunacağı çevre, maruz kalacağı telkinler büsbütün tesirsiz mi kalır? Bunların her birinin vicdanın üzerinde mühim tesiri olmaz mı?” demişse de muhatabından “ O halde Mekteb-i Sultani’ye müracaat ediniz” sözünden başka cevap alamamış.
Şimdi bu adamcağız rast geldiğine çocuğu için bir mektep soruyormuş.
Bir Müslüman çocuğuna hem Rusya’daki ‘Cimnazlar’ derecesinde ilim ve fenleri öğretecek hem de sağlam bir ‘Müslüman terbiyesi’ verecek bir okul kimin hatırına gelirse lütfen bize bildirsin!