Kendisine “burada kalacaksın” demişlerdi.
Caminin hücresiydi.
“Tamam” dedi içeri girdi.
Elindeki bohçayı koyacak yer aradı. Duvarda yapılmış dolabı gördü, eşyalarını içine yerleştirdi.
Oraya gelene kadar birçok il gezmişti. Günlerce yol yürümüştü.
25 Mart 1925 tarihinde Van'daki inzivagahında çıktığı yolculuğun son durağına gelmişti.
O hep kendisine eşlik eden askerleri düşünmüştü.
“Benim yüzümde gençler yoruluyor” demişti.
Kağnılarla sürdürmek zorunda kaldığı yolculuğa birçok insanla birlikte başlamıştı.
Hele küçük çocukların karda, soğukta, kağnı arabasında sadece bir ‘aba’ya sokulup o masum gözlerle etrafa bakışlarını gördükçe içinde fırtınalar kopmuştu.
İçindeki şefkat kabarmış, gırtlağına kadar dayanmış ama her seferinde “Hasbunallah’ı” çekmişti.
“Bu milleti nereye götürüyorlar" diye hep sormuş her seferinde de “seni nereye götürüyorlarsa onları da oraya…” cevabını almıştı.
Sonra dalıp gitmişti.
“Onlar mı beni götürüyor ben mi gidiyorum” diye kendi kendine sormuştu.
Beşeri bir zülüm müydü, ilahi adalet miydi?
Kim zülüm işliyor, kim adalet ediyordu?
"Ben inzivaya çekilmemeliydim."
“Ben kendimi düşünemem. "
“Bunlar bana yasaktır."
Öyleyse... Öyleyse bu hale itiraz etmemeliydi.
Zaten hiç bir itiraz etmeden yürümüştü.
Halklar önüne çıkmıştı:
“Gitme Seyda...”
"İstersen senin için ölürüz."
"Seni bırakmayız.”
“Dünyayla savaşırız."
"Yeter ki sen gitme” demişlerdi.
O, “Ben kendim gidiyorum” demişti.
Sonra bir bakış fırlatmış o bakışın nerelere kadar gittiğini hiç kimse bilememişti.
Kâinatı topyekûn gören bir bakıştı.
İmkanat dairesi kadar derin bir bakıştı.
Levh-i mahfuzu aramış, kaderin hükmünü okumuştu.
“Ben inzivaya çekilmemeliyim.”
“Ben kendimi düşünemem. Bu hal bana yasak” demişti.
Dudaklarından çıkan bu kelimeleri sadece ben duymuştum.
Yanındaki müfrezeyle bir tepenin başına geldiğinde son olarak geriye dönmüş Van’a, Van Kalesine oradan Horhor medresesine bakmıştı.
Baktığı her şey mezar taşından ibaretti.
Dünya harbinin silindiri üzerinden geçmiş, şehit kanlarıyla sulanmış, adeta 200 yıllık bir zaman mesafesi yaşamışçasına harabeler gözüküyordu.
Ruhunda müthiş bir müfarakat anaforu oluşuyordu.
Öylesine dalıp gitmişti ki birden müthiş bir infilakla irkilmişti.
Atom bombası imal edilmeden atom patlamıştı.
O patlamanın meydana getirdiği harabiyet Ağrı dağından başlayıp tüm yeryüzünü istila etmişti.
Taş üstüne taş kalmamıştı.
Kâinat şaşkın, mahlûkat telaş içindeydi.
Yeryüzü bir anda komaya girmişti.
Kıyametin kopması an meselesiydi.
Gözlerim fal taşı gibi açılmış, boğazıma bir yumruk girmiş, nefesimi kesmiş, yanı başında taşlaşmıştım.
Yine de onun ruhundaki oluşan med-cezirleri görmeye çalışıyordum.
Halden hale giriyordu.
Bakışlarının nereye vardığını bilmiyordum ama bir an tekrar Van’a ve Van kalesine baktığını gördüm.
Kırık güneş ışıklarını gördü. Her taraf karla kaplıydı.
Yeryüzü bir mezar-ı ekberdi, Van kalesi o mezarın mezar taşıydı.
Mahvedici bir matem havası vardı.
Sonra hışımla yüzünü batıya çevirdi.
Kapkaranlık bulutlar gözüküyordu.
Korkunç bir fırtına... Bir kasırga, bir tufan geliyordu.
Gözlerinde belli belirsiz silüetler gözüktü.
Zira o kasırgalar her an şekil değiştiriyordu.
Bazen Karl Marks oluyor Bolşevik sesler çıkartıyordu.
Bazen Lenin'e dönüşüyor kan fışkırtıyordu.
Derken fabrika bacalarından çıkan kapkaranlık dumanlar dünyayı istila ediyordu.
İnsanlar çalışıyor, koşuşturuyor… Özgürlük anıtından çıkan bir sis her tarafı sararken her şey silikleşiyordu.
"Sen çalış ben yiyeyim” sedası eşliğinde “Ben tok olayım başkası ölsün bana ne” şarkısı söylenmeye başlamıştı.
Tam o anda bir mavzer patlaması duyuldu ağaçlardan kuşlar uçuştu.
İki mermi havada ıslık çalarak hedefe doğru uçarken fırtına ve kasırgalar da birer ‘ok’a dönmüş aynı hedefe doğru uçuyorlardı.
Müfreze kaskatı kesildi.
Herkes birbirine bakıyordu.
Müfreze komutanı şaşkındı...
Az önce gördüğü şeylere inanmak istemiyordu.
“Allah belamızı versin... Biz ne yaptık. Biz sapkın kimselerin iğfallerine kapıldık. Biz artık sizin emrinize amade olan muhafızlarınızız” dedi.
Gerçeklere şahit olmak hatalardan arındırır.
Müfreze komutanı gördükleri karşısında utancından ve mahcubiyetinden yerin dibine geçmek istiyordu.
Zaten inzivagahına yaptıkları ani baskından bu yana gördüğü şecaat ve celadet bin kat daha mahcup ettiriyordu.
Oysa aldığı emir ve telkin kesin bir kanıya vardırmıştı.
Bir isyancı başını (!) esir alacak, devrimlere karşı duruşunu anında cezalandıracaktı.
Hatta daha da kesin bir emir almıştı.
Cesediyle geri gidecekti.
Lakin o kısa sürede gördükleri bir ömrün tecrübesine bedeldi.
O dolduruşla ve hışımla mağaraya gidip düşündüklerini gerçekleştirseydi nasıl korkunç bir akıbetin onu beklediğini henüz anlamıştı.
Korkunç bir isyan başlayacak, binlerce insanın ölmesine sebep olacaktı.
Doğuda Şeyh Said hadisesine katılmış binlerce insan ölmüştü.
“Neden Van da bu isyana katılmamış” diye komutanın büyükleri hayıflanmıştı.
“Kesin Bediüzzaman’ın derin hesabı vardır” diye düşünmüşler ve daha büyümeden önünü almaları gerektiğini telkin etmişlerdi. Bunun için ne yapıp edip Bediüzzaman’ın ölmesi gerekmekteydi.
Van’dan çıkarken, Bediüzzaman’ın son defa geriye bakmasını fırsat bilerek pusuda duran erlere işaret vermişti.
Ve işte o mermiler tufanla kasırgalarla karışmış Bediüzzaman’a doğru gelip cübbesinde bir leblebiye dönmüş, kasırgalar ise bağrında sönmüştü.
Müfreze komutanı kasırgaları ve tufanları görmemişti.
Onları ben görmüştüm.
Bediüzzaman da mermileri görmemişti.
O sadece kasırgaları ve "alevleri göklere yükselen yangını" görmüştü.
Bir de yanan "evladını" ve kabaran şefkatini...
Ama müfreze komutanı bir şey daha görmüştü.
Hükmetmeye gelirken nasıl “mahkûm” olunabileceğini kavramıştı.
Karşısında öyle bir ruh bulmuştu ki, değil tahakküm etmek yüzüne bile bakmak için gerçekten cesaret gerekmekteydi.
Öldürmeye, en azında esir almaya geldiği zata esir olmuştu.
“Ben emrindeyim" demek zorunda kalmıştı.