İlk bakışta kulağa tuhaf geliyor biliyorum. Fakat insana en çok zararı dokunan kimdir bu hayatta?
İnsan pek çok sebeble zarara uğramış, hüsrana düşmüş ve mağlub olmuş olabilir. Fakat bütün bunları değerlendirmesi, bakış açısı zararla menfaatin arasını ayırır. Hani derler ya “olay yoktur, yorumlar vardır”…
Büyük ruhlu Küçük Sözler bize yorumlamadan kaynaklanan farkların ne kadar hayatî olduğunu da anlatıyor. Başka pek çok şeyle beraber elbette..
Mesela; arslandan kaçan ik kardeş de korkuyor fakat biri dehşetle korkar iken diğeri “tatlı havf” yaşıyor. Adeta “acaba bu yerlerin hâkimi olan zât bana ne anlatıyor ve benden muradı nedir ve bu işlerdeki hikmet nedir? Diyerek kaçıyor arslandan…
Evet biz imanlı insanlar olarak hamd olsun ki dehşetli bir vahşet içinde değiliz. Peki imanımızı taciz eden bazı fikir ve hislerimiz yok mu? elbette var. nefsimiz ve şeytan bize daima imanımızı rencide edecek telkinlerde bulunuyor.
Zaman zaman de o telkinleri kendi fikirlerimiz ya da kalbimizin sözleri sanarak telaşa kapılıyor veya “battı balık yan gider, benim hayra kabiliyetim kalmamış” diyoruz.
Evet, bize zarar vereceği âşikar dış etkenlerden kaçmak için gayret ediyoruz. Peki kendi içimizdekilerden kaçabilir miyiz?
Haydi nefsimizi ve şeytanı tanıdık fark ettik diyelim, ki bu çok kolay değil elbet, peki kemikleşmiş fikirlerimiz, derman zannederek yapıştığımız ama derdimizi tezyidden başka işe yaramayanlar, alışkanlıklarımız, takıntılarımız, yersiz korku ve endişelerimiz…. Bunlardan nasıl muhafaza edeceğiz kendimizi?
Elbette Hafîz-i Mutlak’a iltica ederek….
Peki iltica etmek ne demek?
Kavli dua yeterli mi yoksa kendimizde olan ama kendimize zarar şeyleri fark etmemiz ve bunları kendimizden uzaklaştırmak için ceht etmemiz mi gerekir? elbette insana yakışan ikisini veraber yapmaktır. Hem kavlî dua hem de fiilî dua…
Sadece fiili duayı ifa etmek hâşa sebeplerden meded ummak manasına gelebilir ve hakiki iş göreni unutup “bunu yaptım da bu netice oldu” demek gibi bir gaflete düşüp neticeyi kendimizden veya sebepten bilebiliriz ki bu en hafifinden gaflet, orta hallisinden dalalet, fazlasından küfür çıkan bir haldir…
Bediüzzaman bize tecdidin kapılarını açarak bir yol gösteriyor. Sürekli bir yenilik, değişim…Kainatta olan da bu değil mi zaten? Her daim yeniden yaratılıyor her bir şey.
Yeknesaklık, ıstırahat ademdir, insanı manen öldürür.. yeni bir şey yapmalı.. farklı.. bizi şöyle tozlarımızdan silkeleyecek..
Bunun önündeki engel nedir?
En büyük engel kendimiziz. Hayatımızda değiştirmek istemediğimiz öyle çok şey var ki!
Elbette değişmezlerimiz vardır ve daim olsun inşallah. İmanımız, namazımız, Allah için olmak gayretimiz, sadece Allah’ın rızasına odaklanmak çabamız…bunlar her biri nimettir ve Allah’ın bu nimetlerini üzerimizde daim göstermesine duacıyız..
Peki ya diğerleri???
Allah’ın emri ve Peygamberin kavli midir sıkı sıkı tutunduğumuz ve olmazsa olmazımız sandıklarımız? Sandık…evet.. kocaman bir ıvır zıvır sandığımız var her birimizin.. İçinde işe yaramaz ve yaramayacak şeyler de dolmuş ve biz onları bir türlü atamıyoruz bırakamıyoruz. Adeta varlığımızın devamı onların varlığına bağlı gibi bir acib hisse kapılmışız…
Hazır baharda iken bir bahar temizliği yapalım içimizde…
Atalım pılımızı pırtılarımızı ve “ben geldim Ya Rabbi, dergahına geldim, beni ağır yüklerimden halas eyle” diyelim… Elbette kadere iman ve kazaya rıza harikulade tesirli ilaçlar. Peki kendi irademizle bile isteye ve bize zarar olduğunu bilerek sıkı sıkı yapıştıklarımızı bırakamamak nedir???
İşte bu tam da beşerin zulmü… İnsanın kendi kendine ettiği zulüm. Bu baharda içimizde bir bahar temizliği yaparak Rabbimizin bizi, bizden olmayanlardan (sonradan edinilen yapay olan her şeyden) kurtarmasını diliyorum…