Saat on ikiye yaklaşıyor. Çocuklar uyudu nihayet. O günlerdir uykuya hasret. Odanın içinde yapayalnız. Elinden gelen tek şey amaçsız sayıklamak ve bakir sayfaları böylece kirletmek. Bazen bir mes’elesinin olmayışına üzülüyordu halbuki en büyük mes’elesi kendisiydi. Korkuları, ihtirasları, amaçsızlıkları, ümitsizlikleri… Okuduğu her kitapta kendisini arıyordu, bulamayınca küsüyordu. Kendisini bulduğu yazarlar büyük, bulmadığı yazarlar küçüktü.
Beş gününü Bartol’un Alamut’una verdi. Değer miydi, bilmiyordu. Sonra bir haftasını Ayvazoğlu’nun altı yüz elli sayfalık Fikret’ine harcadı. Onunla alakalı bir yazı da kaleme aldı. Tepkiler ve geri dönüşler yok denecek kadar minnacık. Yazarken okunma ve takdir edilme ümidi sarar bütün hüviyetini, yazıyı bitirip yayınlayınca daima bir sûkut-ü hayal. Yazmasaydı da olurmuş yani. Çünkü yazdıkları hiçbir şeyi değiştirmiyordu ve değiştirmeye yetmiyordu. Kendisi gibi fani insanların fani teveccühlerinin esiri olmak ne hazin birşeydi!
Sefer Turan’ın Fuat Sezgin söyleşisini bitirdi ve sadece ezildi. Merhumun dehası, çalışkanlığı, üretkenliği, azmi, gayreti ve yaver giden tâlihi karşısında. Belki kendisi de mesela entelektüel bir çevrede gözlerini açmış olsaydı bu dünyaya, durum bugün bambaşka olurdu. Ama bunun muayyen bir teminatı yoktu. Afrika’da açlıktan can veren bir ebeveynin çocuğu da olabilirdi. Tarihte eşitlik ve adalet yoktur derdi bir tarih felsefecisi. Bundan daha isabetli tespit olabilir miydi?
Bazen gaflete kapılıyordu, en vecitli ve imanlı demleri bile gaflet denen o koyu tabaka tarafından kuşatılmıştı. Nefsi haddini aşarak gaybe ait birşeyler görmek istiyordu ama şüphe ettiğinden değil, tatmin olmak için, yâkin elde etmek için. Fakat bütün büyük kelam uleması bu arzunun nafile ve beyhude olduğu hususunda ittifak etmişlerdi sanki. Onu bir parça anlayan irfan ehli mutasavvıflardı. Hallac, Bestami, Nesimi…
Feryat etse, çığlık atsa, nara koparsa yine hiçbir anlamı yoktu çünkü kendisi gibi aciz ve fani insanlar feryadını duysa bile ellerinden bir şey gelmiyordu. Fani olduğu için fani olanı istemiyordu. Bütün benliğiyle beka istiyordu ama inandığı tüm kutsallar bekanın yolunun fenadan, yani ölümden geçtiğini söylüyordu. Fena olmadan beka bulmanın bir yolu yok muydu? Bekaya inanmayan ateist ve deistler de fena buluyordu. Beka bulmak tek başına yetmiyordu ona, cennette beka bulmak isiyordu aynı zamanda. Şartlı bir beka talebi. Cehennemde zebaniler arasında beka bulmak, yani sonsuz işkence görmektense fena olmayı tercih ediyordu. “Cehennem de olsa beka isterim” diyecek kadar cesur ve irfanı geniş değildi çünkü.
İlmin bir kıyl-ü kal olduğunu yaşayarak anlamıştı. İlimden sonrası âşktı, ancak âşk tercihe bağlı değildi. Bir incizabın sizi cezbetmesi gerekiyordu. Yani isteyen değil, istenilen olmanız gerekiyordu. İlim ile görülmeyen birçok şey âşk ile görülüyordu. Böylesi ulvi bir ilahi âşk deneyimi hiç olmamıştı. Modern dünya ilmin eseriydi, aşkın değil. Bundan dolayı rasyonel çalışan modern devletlerin gözünde en iyi memur âşık olan memur değil, bilgisayarı en iyi kullanan memurdu. Hatta yoğun âşk yaşayan memurların işten atılma tehlikesi bile vardı. O memurdu ama ne âşıktı ne bilgisayarı iyi kullanmayı biliyordu.
Kutsal bir arayış, hakikat arayışı. Hasan Sabbah, Ömer Hayyam, Nizam-ül Mülk. Hemen hemen aynı zeka, aynı kabiliyet, aynı kapasiteye sahip üç ders arkadaşı, üç hakikat arayıcısı. Biri entrikada buldu hakikati, biri makamda, diğeri melamette. Hangisinin hakikat arayışının vardığı nihai menzil daha sâhih ve daha sâdık? Ulaşılan her menzil bir felsefenin, bir fikriyatın mahsulu olduğuna göre hangi felsefe ve fikriyat daha isabetli? Bu ölçümü nesnel ölçütler içinde yapabilecek bir fani var mı acaba şu küre-i arzda?
Kendisi de zaman zaman hakikati arıyordu ama şunu da çok iyi biliyordu ki daha doğarken “ezeli hakikat” kulaklarına okunmuştu, sunulmuştu zaten. Kulağına okunan ve fıtri bir saikle kabul ettiği bu ezeli hakikatin sağlamasını yapabilecek kudrete haiz değildi. Hiç kimse böyle bir kudrete haiz değildi. Böyle bir kudrete haiz olsa bile yeni bulduğu şeyin aradığı hakikat olduğundan nasıl emin olabilirdi ki? Onun için hakikat arayışlarının çoğunun akıbeti elindeki ezeli hakikati kaybetmekle neticeleniyordu.
Simurg yorucu ve korkunç bir seyahatten sonra başladığı yere gelebilmişti. Nihayetin bidayette mahfi olduğunu görmüştü. Yani çok şey bileceğim merakıyla yola çıkmıştı ve sonuçta hiçbir şey bilmediğini bildiği bir yere gelmişti. Kendisinin de hayat sergüzeşti bir parça benziyordu bahtsız Simurg’a. Yaşı henüz on civarındayken âlim olmak hevesiyle dalmıştı kitapların arasına. Aradan otuz yıldan fazla geçti cahil olduğunu, bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediğini bilmek olduğunu öğrendi. Altı-yedi dereceli ancak matematik dehalarının çözebileceği müşkil bir denklemin sonucunun sıfır çıkması gibi. Madem sonuç koca bir sıfır bu kadar emek, alınteri niçin?
Yolun başında olan tâlipler, ah bir bilseniz, yıllar geçse de varacağınız sonucun başladığınız yer olduğunu? Herşey bir tekerrürden ibaret. Tekamül gibi görünen şeyler tekerrürün bir cilvesi sadece.