“Said Nursi Kürtçü mü?” başlıklı yazıma, maksadımın çok ötesinde manalar yüklenince çok şaşırdım. Doğrusunu söylemek gerekirse, dostlarımın itirazı üzerine defalarca okuduğum halde, ben o satırlardan Badıllı ağabeye yönelik bir tahkir veya ‘belden aşağı vurma’ ifadesi göremedim.
Sonra birden fark ettim ki, “zihnimdeki muhatap” ile onların yazıda “muhatap sandıkları” aynı kişi/kişiler değil. Ben genel anlamda Kürtçülük damarı ağır basan bir ekolün şahsı manevisini tenkid ederken, onlar bütün o satırları doğrudan Badıllı ağabeye yönelttiğimi sanmışlar. Elbette ki öyle değil ama asıl muhatap yazının akışında genel ve flu kalınca öyle bir tevile gidilmiş. Hakikaten üzüldüm. Özellikle de beni yakın tanıyanların da aynı anlayışta olduğunu görünce...
Demek ki kendimi anlatamamışım. Veya demek ki, kimsenin kimse hakkında sahih bir şahadeti yok. Fakat bu yorumu çıkaranlara sormak isterim: Tahkir edeceğim, belden aşağısına vuracağım zatı, baştan, niye sena ile övüp baş tacı edeyim?
Evet yazıda –bence de- iki kusur var: Birincisi, eleştirilerin asıl muhatabının Sıddık Musa Şeyxo gibi (herhalde Şeyho demek istiyor) zatlar olduğunu çok açık etmemiş olmam; ikincisi de Badıllı ağabeyin Üstad’ı ziyareti ile ilgili hatırayı aktarmış olmam. Bu tevsik edilemeyecek anekdotu aktarmam cidden hata oldu. Anlık bir tehevvürle naklettiğim, o kısa hatıradan dolayı Badılı ağabeyden de, okuyucudan da özür diliyorum. Günlük yazılarda bu tür kalem kazaları olabiliyor. Üzgünüm.
Bunun dışında Badıllı ağabeyin şahsına, maneviyatına halel getirecek hangi satır var?
İşin tuhafı, Badıllı ağabey dahi, “M. Ali bana söylemediklerimi de isnat etmiş” dediğine göre demek ki o da muhatabın kendisi olduğuna inanmış. Bir yazı ancak bu kadar talihsiz olabilir deyip bu tashihi yapma ihtiyacı duydum.
Ben asla ona Kürtçülük isnadında bulunmadım. ‘Kürtçülük davası güdenler, Üstadın talebelerinin bu tür anlayışlarından kendilerine bir mesnet çıkarırlar’ dedim… Demek ki anlatamamışım.
Mademki ekseriyet, bu yazıyı, ‘Badıllı ağabeye yönelik haksız bir tenkid’ gibi anlamış, öyleyse güzel insanın incinmiş kalbini tamir etmek artık boynumuzun borcudur. Ellerinden öper –hem iki kere öpmüşüm de- helalliğini alırım.
Badıllı ağabeyi değil, ‘belden aşağı vurmak’ –ki benim kitabımda belden aşağı vurma diye bir şey hiç olmadı, olmaz inşallah- onu incitmek bile aklımdan geçmedi.
* * *
Yazımın kaleme alınmasına sebep olan hadise şöyle gelişti:
Bir arkadaş, ‘Bediuzzaman’ın Çığlıkları 1, 2’ diye bir mail göndermişti. Yazıları yazan Sıddık Musa ŞEXO diye biri. Onları okuyunca nevrim döndü. “Bediuzzaman, seyyid değil, Bediuzzaman mehdi değil, Bediuzzaman şu değil, bu değil ama Kürttür’. Bir de ardından ‘Risale-i Nur’ların tahrif edildiği, sadece Tenvir Yayınları’nın yayınladığı eserlerin gerçek olduğu’ falan gibi ifadeleri görünce asabım bozuldu.
“Bu kadar da olmaz be kardeşim! Allah’tan korkun! Kavmî davanızı Üstad’a dayandıracaksınız diye Risale-i Nurlar’ı da lekelemeyin.” diye galiba hakikaten, asabi bir ruh haliyle ona bir tokat atmak istedim… Demek ki o eğilince tokadım Badıllı ağabeye uzandı.
Çünkü Şeyxo’ya cevabı yazarken, bir arkadaş aradı ve “Badıllı ağabeyin röportajını okudun mu? Türkiye’nin eyalet sistemine geçmesini istiyor” dedi.
Açtım okudum. Evet, Badıllı ağabeyin söyledikleri haktı. Fakat içinde bulunduğum psikolojik halin nazarıyla o beyan, tarzı ve vakti itibarıyla ‘gereksiz’ geldi. Çünkü Nur talebelerinin asıl misyonu iman davasıdır. Dünya ve millet meseleleri tebei ve ikinci derecededir.
Şimdi de aynısını söylüyorum: “Badıllı ağabey, ‘Nur’ların ve ‘Kur’an hizmeti’nin mümessilidir. Onlar her zeminde ve her konuda Risale-i Nur’un itidalini ve Kur’an bakışını esas alırlar. Bu zatların şu tür ifadeleri işte bu Şeyxo gibi, ‘kavmiyetine muhabbeti, aklını örtmüş olanları’ tahrik ve teşvik eder.” diye genel bir ikazda bulunmak istedim. Nihai maksadım da buydu ama sanırım kantarın topuzu kaçmış...
Veya sözümü yeterince tasrih edememişim. Zihnimdeki muhataplar farklı farklı olduğu halde, yazıda bir karışıklık olmuş; tam anlaşılmamış, hangi söz kime söylenmiş, belli değil! Okuyanlar da bütün o tenkitleri Badıllı ağabeye yapılmış gibi algılamışlar. Yazık olmuş!
Mevlana hazretlerinin, “Siz ne söylerseniz söyleyin, sözünüz, muhatabınızın anladığı kadardır” dediği hikmeti unuttuk. Okuyucu maksadımızı biliyor, zannıyla hata ettik. ‘Bizi bilirler, sözümüzü de anlarlar’ sandık.
Hatırlayamadım ki taassup aklın gözünü örter. Öyle olmasa şu kadar zamandır, yazılarımı okuyan ve beni tanıyanlar, Badıllı ağabeye ‘Kürtçü’ diyebileceğimi nasıl düşünebilirler? Oysa ben Bediuzzaman’ın etrafındakilerin her birini, -Üstad, ‘mesleğimiz sahabe mesleğidir’ dediği için- sahabe gibi görüyorum. Onların, Kur’an’ın gayelerine aykırı bir maksat gözetebilecekleri fikri, aklımın ucundan bile geçmez.
Sırf bu yüzden, yıllarca cemaatin içindeki kavgalardan uzak durdum. Bilmedim, bilmek istemedim. Yaşanmakta olan birtakım fitneler zamanında tarafların getirdiği bilgileri almayı reddettim. Risale-i Nur’un, zihnimi ve gönlümü yönelttiği maksada halel gelmesin diye…
Bundan da pişman değilim. Ben hâlâ Üstad’ın her bir talebesinin hayat hikâyesini dinlerken gıpta ile ağlarım. Belki hata ediyorum ama benim için cidden onlar bu asrın sahabe misal insanlarıdırlar.
Tabii ki insandırlar, tabii ki zaafları vardır ve tabii ki özellikle iktidar ve dünyevi meselelerde birbirlerinden farklı düşünebilirler. Nitekim bunun örnekleri de yok değil. Ama eminim ki Kur’an ve İslam söz konusu olduğunda onlar hak üzere ittifak ederler.
Amma onları takip edenler ve arkalarından gidenler için aynı şeyi söyleyemem… Şu hadisede, bu cemaatin bir kısmının ne kadar taassup sahibi olduğunu derin bir acı ile anlamış bulunuyorum.
Haber 7