Bir önceki yazıda birşeye dikkatinizi çekmiştim hatırlarsanız. Bediüzzaman’ın, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele boyunca kerameti—yumuşak bir üslupla—ötelediğini, onun yerine talip olunması gereken şey olarak inayeti öncelediğini söylemiştim. Şimdi, bıraktığım noktadan alarak, bir miktar daha keramet ve inayet konusunda sarf-ı kelam edeceğim.
Öncelikle; hamdın üzerine biraz konuşalım. Hamd, bütün dinî metinlerden ders aldığımız şekilde, övünülecek herşeyin aslında Allah’a ait olduğunu kendimize itiraf etmektir. Hatta kabul ettirmektir. Çünkü insan, elinden çıkmış güzel işleri (bazen kötülerini bile) başkasına bırakmak istemez. Bu yönüyle hamdetmek kul için büyük bir irade sınavıdır. Belki de bu yüzden, Kur’an’ın kalbi sayılan Fatiha, onun ifade edilişiyle başlar. Erişilen her nimetin Allah’ın lütfu ve rahmeti olduğunun itirafı, hamdın manasıdır.
İşte Fatiha ile Yunus sûreleri bu noktada birbirine bağlanıyor bence. Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’de tefsir edilen Yunus sûresinin ellisekizinci ayeti de Fatiha’nın ilk ayetine çağrışım yapacak şekilde Allah’ın lütfu ve rahmetiyle sevinmeyi salık veriyor. Belki bu mezkur ayet, Fatiha’nın dayandığı mantığı haber veriyor: “Allah’a hamdetmelisin. Ve bunu yapmakla da sevinmelisin. Bu, dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.”
Peki, insan, zâhiren elinden ortaya çıkan fiillerin ve nimetlerin ne kadarını Allah’a bırakıyor? Ne kadarını Onun (celle celaluhu) lütfu ve rahmeti sayıyor? Ve bunların ötesinde bir soru: Kendisini vazgeçilmez bir şart sayarak, bu hamdın içinde örtülü bir şirki ne derece saklıyor? Bu soruyu çok önemli buluyorum. Zira keramet konusuyla ilgisi olduğunu düşünüyorum.
İşaretler boyunca dikkat edin, Bediüzzaman kerametten bahsederken onu hep Allah’a atıfla değil, bir başka sebebe atıfla anar. Mesela beşinci işarette inayeti ‘inayet-i İlahîye’ terkibi içinde Allah’a atıfla anarken, ikramı da ‘ikram-ı Rabbanî’ terkibiyle yine Allah’a ait bir sıfata bağlar. Fakat keramete gelince iş değişir. Kerametin aynı cümle içinde atfedildiği şey Kur’an’dır: Keramet-i Kur’aniye... Yine ikinci işarette ise kerameti velilik ile irtibatlandırırken, inayeti şahs-ı manevînin veli-yi kamil olmasıyla mazhar olabileceği birşey olarak söyler. Yani inayet, yine edilgen bir kullanımdadır.
Benim bütün bunların içinden varmak istediğim netice ise şu: Sanıyorum kerametin görece masumiyeti, avam-ı nasta, onun Allah’a atfında bir dizi sorun yaşanmasına neden oluyor. Kerameti bir makbuliyet alameti olarak önemseyen terbiye metodlarında denge bozulabiliyor. Bir velide, ilimden ziyade, keramet aranılır, beklenilir oluyor. Bu noktadan sonra, niyet halis olsa da, keramet ve kişi arasında sağlıksız bir neden-sonuç ilişkisi de kuruluyor. “Falancanın kerameti çoktur...” tarzında kullanımlar artık arkasındaki ikram ve inayet tabakalarının da görünmesine engel oluyorlar.
Bu noktada, Bediüzzaman’ın, mezkur ayetten aldığı dersle Yedinci Risale olan Yedinci meselede bu kırılmanın önünü almaya çalıştığını, eriştikleri nimetler adına kerameti öteleyerek inayet işaretlerinin okunmasını öğütlediğini görüyoruz. İnayete, ikrama ve işarete yaptığı övgüleri kerametten esirgeyerek bize bir bakış açısı dersi veriyor adeta orada. Hatta bu dersin düğümünü bence ikinci işaretteki şu paragrafta bağlıyor: “Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir biçareye veremezsiniz.”
Sadece şu cümleler bile inayetin kerametten yüksekliğini ve asıl aranması gerekenin inayetin ayak izleri olduğunu göstermeye yetmez mi sizce? Kendine keramet için bile olsun paye vermemek. Kerameti hiçbir kişiye atfetmeyip Allah’la bağlayarak inayete dönüştürmek... Sanıyorum Yunus sûresi ellisekizinci ayetinin bize verdiği en büyük ders bu: Elinden hasıl olan keramet dahi olsa, sana atfedilmemesi için bir yol bulabiliyorsan, onu kullan. Doğrudan Allah’ı adres ver. Kerameti, inayete dönüştür.