Şuradan başlayayım. Etyen Mahçupyan Yüzyıllık Parantez’de mürşidime dair şöyle bir analizde bulunuyor: "Bediüzzaman kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi, diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."
Bu analize ister istemez katılıyorum. Çünkü, bizi irşad edenin sadece 'güzel cümleler' olmadığını, arkalarına konulmuş 'istikametli hayatlar' sayesinde o cümlelerin hikmetine-imkanına inandığımızı düşünüyorum. Evet. Öyledir. Her mürşid tebliğde bulunduğu topluluk tarafından önce 'eylem-söylem' uyumuyla sınanır. Eğer hayatı beyanının arkasında durmuş bir hayatsa sözüne hak verilir ve de ondan etkilenilir. Değilse tesiri de zayıf olur veya hiç olmaz. Bu yüzden peygamberlerin sıfatlarından birisi de 'ismet'tir. Elhamdülillah. Gönderdiği vahyin insanlığı hayra yönlendirmesini murad eden Cenab-ı Hak, elbette, o mesajın bir parçası olan elçinin hayatını da gözetişinden hariçte bırakmayacaktır. Yani emanetini eminlere verecektir.
Bu eşikten diyebiliriz ki: Nebilerin hayatları da aktardıkları vahiy gibi korunmuştur. Korunmalıdır. Temiz olmayan tasta şerbet taşınmaz. Allah, o hayatları 'ismet' ile korur. Ümmetse 'zapt ve kayt' ile bu hizmeti deruhte eder. Yani boşvermeyerek, hıfzederek, naklederek, ders vererek, tefakkuh ederek vs. Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da kaçınılmaz olarak tebliğinin parçasıdır ve aynı koruyuştan elbette nasiptardır. Onun hayatının detaylarına dair bilgi sahibi olmak bir yönüyle sözün ardındaki sapasağlam duruşun detaylarına vakıf olmaktır. 'Eylem-söylem' uyumunu sınamak, şahit olmak ve yaşamaktır. Yani kelamı deliliyle birlikte öğrenmektir.
Bu sebeple de derim ki: Sünneti dinden ayırmak dini parçalamaktır arkadaşım. Sözü, ‘delili’ ve ‘idrakinin yolu’ olan tecrübeden mahrum bırakmaktır. Hatta Bediüzzaman da bir yerde buyurur ki: "Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, her bir hareket, her bir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî'nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır."
Bir metni gözden düşürmek metnin ardındaki hayatı gözden düşürmeden mümkün olamaz. Bediüzzaman, talebelerine yazdığı birçok mektupta, şahsına dair yapılan saldırılara dönük şöyle bir tahlilde bulunur: "Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." Bu yönüyle hiçbir irşad metni-bilgisi, onu size taşıyanın hayatını görmezden gelerek okunamaz. Hatta bu hayatın şahitliğiyle birlikte ele alındığında ancak ders inanılır veya inanılmaz hale gelir. Emin çürütülürse emanet de çürütülmüş olur. Bir çocuğun "Seni öldürürüm!" demesiyle bir caninin "Seni öldürürüm!" demesi arasında, lafız olarak değil ama, tesiri açısından farklar vardır. Birisi güldürürken diğeri cidden korkutur. Çünkü caninin hayat-ı caniyanesi bir heyula gibi sözünün ardında belirir.
Toparlayayım: Biz, Bediüzzaman'ın hayatının Yeni Said diye tesmiye ettiği bölümünde sergilediği tavrı neden 'korku' olarak değil de 'hikmet' olarak okuyoruz? Bence Eski Said'i ve cesaretini bilmektir bu hikmet rasadının membaı. Hayatında Allah'tan gayrısından ürkmenin emaresi görülmemiş, hatta kendi ifadesiyle, "Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor..." diyen bir insanın çekingenliği 'korku' olarak okunamaz ve okunmamıştır. Bu ister istemez böyle olur. Her zaman ve her yerde böyle olur. Kişilerin meşhur oldukları ahlakları sözlerine-tavırlarına bir renk verir.
Cesaretiyle meşhur bir arkadaşınızın, tam o cesarete ihtiyaç duyulan bir anda gösterdiği tevakkuf, ister istemez size "Bu işte başka bir iş var..." dedirtir. Ve evet, biz de Yeni Said'in müsbet hareketini doğru okuyorsak, Eski Said'in kahramanlıkları sayesinde okuyoruz. Müsbet hareketi bir 'zıllet' olarak değil 'izzetli ve hikmetli tedbir' olarak değerlendiriyoruz. Çünkü Eski Said buna mecbur ediyor. Yeni Said'in izzetine dokundurmuyor. Eski-Yeni birbirini bütünlüyor.
İşte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in duruşları arasında da böyle bir bütünleyicilik var bence. Nasıl? Açayım arkadaşım: Peşaver Geceleri'ne Reddiye derslerinde dinlemiştim Ebubekir Sifil Hoca'dan: Şia, 'takıyye'nin meşruiyetini türlü rezil tevillerle ehl-i beytten getirip Hz. Hasan'a, Hz. Hasan'dan getirip Hz. Ali'ye, hatta Aleyhissalatuvesselama ve hatta Cenab-ı Hakka (hâşâ) bağlıyorlarmış da Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki duruşuna bir açıklama getiremiyorlarmış. "Neden takıyye yapmadı da şehid olmayı seçti?" Yani Kerbela hâdisesi 'takıyye' üzerine kurgulanan bütün mizansenin altını bombalıyormuş. Cümle tevillerin mantığını berhava ediyormuş.
Ki Hz. Hüseyin'in Kerbela yolunda kullandığı söylenen şu cümleler de bu anlamı bir parça destekliyor: “Eğer ben gitmezsem bu ümmette bir daha hiçkimse haksızlığa karşı çıkmayacaktır.” Evet, biz, her halukârda boyuneğici olunmaması gerektiğini Hz. Hüseyin radyallahu anhtan öğreniyoruz. Böylece küresel güçlerin en çok istediği müslüman tipi olan 'ılımlı İslam'ın geçer akçe olmadığını hatırlıyoruz. İzzetimizi, inşaallah, muhafaza ediyoruz. Fakat dersimiz bitmiyor. İstikamet iki uca da savrulmamakla mümkün olur ancak. Onu da bize ümmetin iki ordusunu fedakârlığıyla barıştıran Hz. Hasan radyallahu anh nasihat veriyor. Sulhün kabil olduğu her yerde asıl olduğunu öğütlüyor. Elhamdülillah. Eski Said'in Yeni Said'i anlarken bize kattığı denge gibi, ehl-i beytin iki duruşu da birbirine bütünlük ve denge katıyor. Kemal bu duruşları beraber okumakla ortaya çıkıyor. Ne diyelim: Cenab-ı Hak bizi o güzellerin şefaatlerine nail eylesin. Âmin.