Risale-i Nur’da, insanın nazlı ve narin bir çocuğa benzetilmesi çok anlamlıdır[1]. Bir çocuğun bir yetişkinden farkı nedir? Çocuk, kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayamaz ve kendi kendini koruyamaz, devamlı olarak yardıma ve refakate muhtaçtır. İşte, bizler ne kadar yetişkin olarak kendimizi isimlendirsek de, içimizde hep yaşamaya devam eden, yardıma muhtaç bir çocuğun var olduğunu, hem kendimiz, hem de bizi yetiştirmiş ailelerimiz hissederiz. Zaten hayvan yavrularından farklı olarak, insan yavruları büyüdüğünde, “artık kimseye ihtiyaçları kalmamış bir olgunluğa” hiç bir zaman gelmezler ve aileleri tarafından terk edilmezler. Elbette bebekliklerindeki kadar aciz değildirler (ya da öyle görünürler) ama yine de aciz ve muhtaç olan bir yanları hep kalır ve devam eder.
İtiraf edelim, yetişkin bir insanın her an havayı teneffüs etmeye olan ihtiyacı noktasındaki acizliği, bir bebeğin anne sütüne ihtiyacındaki acizliğinden aşağıda değildir. İşte insan, bu manada her zaman ve her şartta nihayetsiz acizdir.
Diğer taraftan, keşfedilmeye değer muazzam bir gerçek, önümüzde tüm ihtişamıyla parlamaktadır ve onu kabul edip, yaşamımıza geçirmeyi beklemektedir.
Nedir o parlak gerçek? İnsanın zayıflığında ve acizliğinde büyük bir güç ve zenginlik kaynağının saklı olduğudur. Tıpkı bir çocuğun, etrafındaki güçlü, kuvvetli, akıllı ve zengin yetişkinleri kendine hizmetkâr ettiği gibi. O çocuk nasıl ki çok güçlü, kuvvetli ve akıllı olduğu için değil, bilakis kendi işini kendi başına görmekten aciz ve yardıma muhtaç olduğu için, insanların şefkatini kendine çeker ve onları etrafında seferber eder, döndürür. İnsan da, tıpkı o aciz ve muhtaç çocuk gibi olduğundan, Allah’ın şefkatiyle, tüm kâinatı kendine hizmetkâr olarak bulmuştur.
Daha önceki yazılarımızda da detaylı olarak analiz ettiğimiz gibi, insanlığın ilerlemesi ve medeniyetin gelişmesiyle ortaya çıkan ve insanın bu dünyada hüküm sürdüğü harika saltanat, kendi iktidarı ve ilmi sayesinde olmamıştır. Dikkat ediniz lütfen, bunların etkisi ve katkısı olmamıştır demiyoruz. Elbette, insanları meleklerden ve hayvanlardan ayrıcalıklı hale getiren ve yeryüzünde “Allah’ın halifesi, yani temsilcisi” rütbesine insanı çıkaran en temel insanî vasıf, insanın sahip olduğu öğrenme potansiyeli, yani ilimdir.
Ancak, bu akıl ve ilim nimetinin, hatta insanın bedeninin bile Allah’ın bir ikramı olduğu gerçeği bir tarafa, insanın fiziksel yapısı gerçekçi olarak dikkatle değerlendirildiğinde, doğada hayatta kalamayacak kadar aciz ve daha herhangi bir medeni gelişme kaydedemeden yeryüzünden silinmeye en kuvvetli aday ve zayıf bir tür olduğu görülür.
Peki bu özellikte bir insan, bırakınız hayatta kalmayı, bu dünyaya hâkim olmayı nasıl başarmıştır? Yoksa gizli bir yardım eli mi buna sebep olmuştur? İşte tam da bu soruya cevap olmak için, Risale-i Nur’un 23.Söz’ünde verilen çok çarpıcı bir örnekle iddiamızın somutlaştırılmış olduğunu görüyoruz: Gözü olmayan bir akrep, ayağı bulunmayan bir yılan gibi, haşere cinsinden mahlûkata bile mağlup olabilen zayıflıktaki insanın, aslı küçük bir kurt olan ipek böceğinden ipeği giyebilmesi ve esasında zehirli bir böcek cinsi olan arıdan tatlı ve çok faydalı balı yiyebilmesinin, güçle, iktidarla, akılla ilgisinin olmadığı açıktır.
Hatta benzer örneklerin on binlercesinin yeryüzünün her tarafında mevcudiyeti ile beraber, başta ay, güneş, dünya, atmosfer, yeryüzü toprağı vs gibi ana unsurların adeta hayata ve insana özel olarak tasarlanmış gibi görünmesi de işin ekstrasıdır.
Bu “ince ayar”, dünyanın mevcut durumunun ve insanın ondaki konumunun tesadüfî olmadığını göstermekle beraber, şefkatli bir kudret tarafından bir yardım ve ikram olduğunu, insaflı akıllara ve sönmemiş vicdanlara güneş parlaklığında ispat etmektedir.
Sanırım tam da bu nedenle, insanların gözleri kamaşmakta ve her yeri kaplamış bu hakikati görememektedirler.
Tabiatıyla, “madem insan fiziksel olarak bu kadar zayıftır. Bu insanın ne özelliği ve önemi var da, şu koca kâinat onun etrafında ve onun ihtiyaçlarına göre şekillendirilsin, onun emrine verilsin ve ondan çok büyük ve geniş bir şükür istenilsin?” diye bir soru akla gelebilir.
Şimdi, yine itiraf etmek gerektir ki, insanın acizliğine şefkat edilmesi gerekçesi, kâinatın insanın emrine verilmesi manasını izaha yetmez.
İnsan, sadece aciz ve muhtaç bir varlık değildir. Bunun çok üzerindedir. İşte burada insanın gerçek kıymeti, dış dünyasını değerlendirebilen ve anlamlandırabilen tek şuurlu varlık olmasıyla ortaya çıkıyor.
İnsan, kâinatın ifade ettiği manaları anlayabilen ve içindeki harikaları hayret ve ibretle seyredebilen, yaratıcının varlık ve birliğini -şuurlu olarak değil- hayatlarıyla ve üstlendikleri vazifelerle bildiren ve manen O’nu tesbih eden canlı-cansız her şeyin ibadetlerini gören ve kendi küçük ama niyeti büyük şahsî ibadetiyle gördüğünü gösteren, onların ibadetlerini kendi ibadeti içine katarak -şuurlu olarak- ilahi huzura takdim etmekle, tüm yaratılanlar üstünde bir rütbe kazanmıştır.
İnsanın bitki ve hayvanlara benzeyen biyolojik özellikleri vardır. Bu yönüyle, diğer tüm canlılar gibi zaman nehrinin içinde akıp gitmektedir. Buna rağmen, kendine yüksek bir kıymet kazandıran, manevi yöndeki gelişimidir. Kabiliyetlerini düzene koyan ve gerçek ve yüksek maksatlar vererek hayvandan başka bir yöne sevk eden ve terbiye ederek mükemmelleşme yolunda doğru istikameti veren, ancak İslamiyet’tir.
İslamiyet öyle aydınlık ve parlak bir rehberdir ki, bütün eşyayı yaratanı sevmek ve tanımak manaları içinde olduğundan, ışıl ışıl parlar. Eşyanın gerçek maksatları ve hakikati, o ışıkla görünür.
Bir eşyanın yapılmasındaki maksat, elbette yapan ustadan sorulur ve ustanın kullanım kılavuzundan okunur. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. O halde, bir radyonun ne işe yaradığı ve o radyodan ne beklediği, onu yapan elektronikçiden sorulacak. Elbette, o elektronikçi, o radyonun istediği gibi çalışmasından, ayarladığı frekanstaki sesleri dinletmesinden hoşnut olacaktır. İstemediği bir bant genişliğinden, sevmediği radyo frekanslarını iletmesi, maksadına aykırı olacağından, böyle bir radyo makbul görülmeyerek hoşnutsuzluğa sebep olacaktır. Doğru çalışan eserini başköşeye koyacak, herkese iftiharla bahsedecek, diğerini kırıp atacaktır.
İnsanın yapılışındaki maksat ise, en önce bu dünyanın kendisi için özel olarak inşa edildiğini görmesi ve takdir etmesidir. Bu maksadı karşılayan ve ona uygun hareket eden insandan, onu yapan ustası elbette hoşnut kalacaktır ve onu başköşeye koyacaktır.
İnsan, fiziksel yapısının zayıflığı, acizliği ve muhtaçlığı yönüyle çok küçük ve düşük bir canlıdır ama akıl ve idrak yönüyle çok büyük ve yüksek bir kıymeti var. Madem bütün kâinatın yaratılış hikmetleri ve maksatları insan ile ortaya çıkıyor, onunla gerçekleşiyor ve madem, bir ağacın neticesi meyvesidir ve ağacın bütün dalları, budakları o meyve için çalışır.
Hatta denilebilir ki: “onun içindir”. Kâinat ağacının meyvesi, neticesi olan ve gerçek kıymetini anlayan hakikî bir insan elbette diyebilir ki:
“Bu dünya benim bir evimdir ve benim için böyle hazırlanmış.”
[1] Risale-i Nur/23.Söz/İkinci Mebhas/Dördüncü Nükte.