Risale Haber-Haber Merkezi
Türkiye'nin sayılı divan şiiri uzmanlarından, yazar Prof. Dr. İskender Pala, YAŞ kararıyla ordudan atılmasını ve sonrasında yaşadıklarını anlattı.
Akşam Gazetesi'nden Gülay Altan'a konuşan Pala'nın konu ile ilgili sözleri:
Türkiye'nin sayılı divan şiiri uzmanlarından, yazar Prof. Dr. İskender Pala, detaylarını pek az kişinin bildiği subaylık yıllarını anlatan 'İki Darbe Arasında' isimli yeni kitabını geçtiğimiz hafta Kapı Yayınları'ndan çıkardı. Edebiyat fakültesini bitirip teğmen olarak Deniz Kuvvetleri'nde çalışmaya başlayan Pala, 28 Şubat döneminde YAŞ kararıyla, 15 yıllık mecburi hizmetinin bitmesine 2 ay kala binbaşı rütbesindeyken resen emekli edilmiş. Askeriye'de yaşadıkları ve atıldıktan sonra olanları açık bir dille yazan Pala, askerlik, darbe ve irtica üzerine ilginç tespitlerde bulundu...
- Eşinizin örtüsü askerlik döneminde sizin için sorun olmuş. Siz iki kez askeri sınavı kazanıp, iki kez araştırmadan geçiriliyorsunuz. O dönemde evlisiniz ve eşiniz başörtülü, pardösülü. Eğer bu kıyafet sorun teşkil ediyorduysa işe alırken sizi uyarmazlar mıydı?
İki kez geçtiğim o araştırma ve soruşturmaların yapıldığı yıllar 1981-1982. O yıllarda başörtüsü sadece başörtüsüydü. Siyasi bir simge olup türban haline dönüştürülmesi 28 Şubat sürecini başlattı. Önce ben ve benim gibi birkaç kişinin eşinde görülüp de tahammül edilememesiyle başladı sorun.
- Peki, o süreçte eşinizin örtüsü de biçim değiştirerek türban denilen şekle dönüştü mü?
Evet, dönüştü. Eşim üniversitedeyken de örtülüydü, ben onu aldığımda da örtülüydü; adı başörtüydü ama geleneksel bağlama değildi. Eşimin o zaman da iğneli bağladığı başörtü, 90'lara gelene kadar böyle büyük, uzun, modaya uygun ve dikkat çeken tarzda değildi. Neden dikkat çekmeye başladı? Çünkü örtülerin ebatlarını büyüttüler, modaydı, eşim de ondan vareste kalamadı. Ayrıca sayıları çoğaldı. Bir de bunlar, dış tazyikle birbirlerine tutundular. Lojmanda oturuyorduk, herkesle arkadaştım ama eşim herkesle arkadaş değildi. Başka kadınlar onları dışlıyordu, onlar da başörtülüler bir araya geliyordu. 3 başörtüsüz bir araya gelince herhangi bir şey konuşabilir ama 3 başörtülü bir araya gelince kek yiyip çay içse 'bunlar tarikatçılık yapıyor'a dönüyordu iş. Lojmanda oturmasaydım da başıma bunlar gelirdi ama oturmakla arı kovanına çomak sokmuş oldum.
- Deniz Kuv vetleri'ni diğer kuvvetlere göre daha aristokrat bulduğunuzu yazıyorsunuz kitapta, neden böyle?
2. Mahmut'tan itibaren, ülkemize bütün Avrupai yenilikler Bahriye kanalıyla girmiştir. Deniz Kuvvetleri'nin eskiden beri her konuda öncülük yapması, ister istemez moderniteyi algılama biçiminde de onun öncü konumunu belirledi. Ayrıca Deniz Kuvvetleri'nin deniz kenarındaki şehirlerle teması vardır; o şehirlerdeki hayatı gördüğü için algısı buna göredir. Batılı algılama Doğulu algıyla çatıştığında tercihini Batı'dan yana kullanması tabiidir. Oradaki modern hayatı ve modern insanları görüyor, bunun içinde de Doğu'ya ait olanların bertaraf edilmesini birinci şart olarak görüyor. Bertaraf edilmesi gereken şeylerden biri din olgusu. İnsan dindar olabilir ama dinci olmamalıdır fakat Bahriye'de dindar iseniz dinci görülürsünüz; bir katman daha üstte. Deniz Kuvvetleri'nde tırnak içinde irtica ve mücadele kelimelerini yan yana koyduğunuzda duyarlılık diğer kuvvetlere göre daha fazladır.
- Askerliğiniz süresince siyasi kimliğiniz var mıydı, yok muydu?
Her zaman bir siyasi görüşüm vardı fakat siyaseti daima kışlanın dışında tuttum. Nerede üniformalı, nerede sivil olmam gerektiğini gayet iyi bilip 15 yıl böyle yaşadım. Deniz Müzesi'nde, beni namaz kılarken gören hiç kimse olmadı. Orada posta görevimi yapan tüm askerlere, 'öğlenleri 15 dakika uyuyorum, kapıyı kilitlerim rahatsız etmeyin' diye tembih ederdim. O çocukların her biri, dışarıdan biri beni sorduğunda 'rahatsız etmeyin komutanım içeride namaz kılıyor' derdi. Yani, bu biliniyordu.
- YAŞ Kararlarını itirazsız imzalayan Erbakan'ı da çevrenizi de oldukça ağır eleştiriyorsunuz...
Askerden atılmanız sürecini hazırlayan pek çok etken, kendi çevrenizden geliyor. Ziyaretçilerinizden, evinize gelip gidenlerden, siciliniz öyle bozulmaya başlıyor. Mantık diyor ki; bu insanlar askerden atıldığım süreçte bana ne kadar yakınlarsa, atıldıktan sonra da o kadar yakın olacaklardır. Hayır! Hepsi çil yavrusu gibi etrafınızdan çekip gidiyor. 'Telefon rehberinden benim telefonumu sil' diyen bir arkadaşınız oluyor. İsterdim ki bir dost; ben askerken benden iş isteyen 'ya şunu yapmalıyız, bu vicdani bir sorumluluk' diyen insanlardan biri de bir gün kapımı çalsın, nasılsınız desin.
- Nurcu olduğunuz iddia edilmişti, değil mi?
Sadece Nurcu değil; Süleymancıyım, Işıkçıyım, ülkücüyüm. Nereden bakarsanız öyle görebilirsiniz. Ben herkesle iyi geçiniyordum.
- Hangisisiniz peki?
Tabii ki hiçbiri.
- Kitabınızın sonunda şunu hissettim; 'Keşke bir tarikata üye olsaydım da o zor günlerde beni sahiplenselerdi.' Böyle dediniz mi?
Dedim, emin olun dedim. Keşke bir cemaate mensup olsaydım da ben atıldığım zaman birileri tamam kardeşim sen bize lazımsın desin. Ama herkes birden, 'sen bize lazım değilsin' dedi. Asıl TSK'dan atılmanın ağırlığı o zaman üzerime çöktü.