Türkiye, çok önemli bir eşiğe geldi nihayet... Ve nihayet, “devr-i sabıkın” hatalarını tartışabilecek bir düzlemdeyiz. (Dersim katliamı tartışmaları bize bu imkanı verdi, çok şükür.) Yalnız elbette bu tartışmalar için bir hayli geç kaldık, bunu kabul etmek gerek. Öyle ki; hemen sonrasında tartışılsa(ydı) çözülebilecek meseleler, bugün iyice kronikleşmiş (ve çözümü zor bir hale gelmiş) bir şekilde toplumsal hayatımıza nüfuz etmiş durumda. Belki bir elli yıl daha böyle devam edecek...
Ancak yine de on yılda bir yaşadığımız “darbe ve postmodern darbe” süreçleri düşünüldüğünde bu noktaya varışımızın bile ne denli büyük bir başarı olduğu anlaşılır. Şimdi önemli olansa (kanaatimce); demir sıcakken dövmeye devam etmek. Tekrar soğumasın izin vermemek... Evet, bence öncelikle kendi geçmişimizle, yakın tarihimizle hesaplaşmamızı bitirmemiz gerekiyor. Ki o hesaplaşma bitmeden, onlardan miras aldığımız kavgaların defterleri de bir türlü kapanmayacak gibi...
Miras bahsi açılmışken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başında Dersim krizini yönetiş şekline de değinmek istiyorum. Sayın Kılıçdaroğlu, yalnızca bir tek cümleyle kurtulabileceği bir mesuliyetten ve çamurdan bir türlü kaçmayı, kurtulmayı beceremiyor. (Halbuki başbakanın telaffuz ettiği cümleyi bir kez telaffuz etse, yeter.) Sanki, bir bataklığın içinde debelendiği (ve bir türlü çıkamadığı) halde, kendisine uzatılan elleri ve ipleri reddeden biri gibi çırpınıyor da çırpınıyor...
“Evet nasıl o insafsız (savcıyı kastediyor), o çok kusurlu adamı sevmemekle beni ittiham etti, âdeta vatan hâini yaptı. Ben de onu, orduyu sevmemekle ittiham ediyorum. Çünkü bütün şerefi ve mânevî ganimeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfîler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünkü birşeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının vücudu ile olur ki, kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademiyle ve bir rüknün bozulmasıyle olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudîdir. Başlar sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir ve tahribîdir. Reisler mes’ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki bir aşiret fütuhat yapsa, “Aferin Hasan Ağa”; mağlûp olsa “Aşirete Tuh” diye aşiret tezyif edilse, bütün bütün hakikatin aksine hükmedilir. Aynen öyle de, beni ittiham eden o müddeî bütün bütün hak ve hakikatin aksine bir hatâsıyla, güya adliye namına hükmetti.”
İşte Kemal Kılıçdaroğlu’nun, CHP’nin ve CHP’lilerin de yapması gereken yukarıdaki mantıkla hareket etmek. Yoksa kimse zaten onları Dersim katliamından suçlu bulmuyor. “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” ayetini herkes biliyor. İnsanların istediği, sadece onaylamadıklarını göstermeleri. Bunu göster(e)meyerek, aslında milletimiz adına öyle bir cürüm yapıyorlar ki, telafisi mümkün değil.
Belki özür dileseler, dileyebilseler; o kem hatıra geçmişte kalıp unutulacak. Bir daha adı anılmayacak... Ama özür dilemeyerek o kusuru bütün bir CHP’ye, hatta millete teşmil ediyorlar. Başa, reise verip kurtulamıyorlar. “Böyle bir katliam olmadı” yahut “Onun haberi yoktu” demekle günahı birken bine çıkarıyorlar.
CHP yönetimine ve Dersim sorununda ters köşeye yatan (aydın, siyasi vs...) bütün karakterlere Bediüzzaman’ın bu savunmasından ders almalarını salık veriyoruz. Bir hatayı bin hata yapmasınlar. Bir günahı bin günaha çıkarmasınlar... Temsildeki gibi reise versinler, kurtulsunlar! Yoksa görmüyorlar mı, savunmaya kalktıkları hata, bir milletin hepsine (belki hiç suçları olmadığı halde) maloluyor. Bu yaptıkları kendi milletlerine ve taraftarlarına dahi bir zulümdür, eziyettir, haksızlıktır. El-insaf diyoruz sadece... El-insaf...