Ömer Lekesiz kardeşimiz Yeni Şafak’taki köşesinden seslenmiş. Lekesiz, birkaç sorgu-sual sorarak müstantik tekniğiyle çapraz sorgulamayı yapmadan önce “Ben de sizdenim, bakın sizi severim, Risaleleri de küçük yaştan beri okumuşluğum, hatmetmişliğim var. Yabancı biri değilim. Kapıyı açın! ”Tak tak tak. (Bir süre bekleyiş) Tekrar, Tak, tak, tak, diye kapıyı çaldıktan sonra sabırsızlanıp sokağı inletecek kertede bağırmış, nara atmış: Orada kimse var mı?
Sünnettir. Birinin kapısı aralıklı olarak üç defa çalındıktan sonra açılmazsa arkana bakmadan gideceksin. Velev ki evin ışıklarının yandığını, açık pencereden bir çocuk sesinin geldiğini müşahede etsen bile. Artık üç kez vurduktan sonra kapı açılmıyorsa “La Hasaaan!” “Ula Faruuuuk! Biliyorum evdesin kapıyı aaaaaççç!” diye bağırmak adab-ı muaşerette yok.
Siz kapıyı çaldığınızda ben belki abdest alıyordum, belki namazdaydım, belki arka odalardan birinde Uhuvvet Risalesini okuyordum, belki Lahikalardan bir mektubu mütalaa ediyordum. Olabilir… Evin büyükleri hizmetle meşguller, dışarıdalar. Evde evin küçük çocuğu olarak bir ben varım. Onun için pencereden aşağıya sarkıp sesleniyorum. Kim oooo? Hani bir şairin “Gecenin Bittiği Yer” isimli nefis şiirinde geçtiği üzere:
Cama oturup sarkıttım ayaklarımı geceye
Yalnızlıktan direkler çatırdamaya başladı
Gözyaşlarım gecenin en mahrem yerinde saklıydı
Yaralı bir serçenin kalp atışları vardı yüreğimde
Cama oturup sarkıttım ayaklarımı geceye
Bir ben vardım, bir de bu namussuz dize
Ben, gece, sen, şiir ve yalnız bir şehir
Dördümüz ne yapabilirdi ki böyle bir gecede.
…
Evet Lekesiz kardeşim, namussuz dizelerin yerine karşımda namussuz satırlar da olabilirdi. Namussuz yazılar da. Namussuz nitelemesinin Yunus Emre’de geçtiği gibi “Ben şişeyi vurdum taşa/Namusu, arı neyleyim?”deki namussuzluk olduğunu tahmin edeceğinizden ve şiirde geçtiği şekilde çok anlamlılık babında değerlendireceğinizden eminim. Çünkü siz çok iyi bir eleştirmensiniz. Benim evde yalnızlığıma bakarak sakın kimseler üzülmesin. Frederich Schiller’in dediği gibi “Asıl yalnızken yalnız değilim.”
Baştan belirteyim, benim bu yazım sizin yazınızdaki katar katar sorulara cevap değildir. Kendi hesabıma söyleyeyim, o sorulara ne ben ne de imalı tarzda kastettiğin kimseler cevap vermeye mecbur. Çünkü siz ne hesap sorma ne de hesap verme mevkiindesiniz. Amma biri çıkıp da cevap verirse, ciddiye alarak ikimiz de okuruz.
Peki ben niye yazıyorum? Ben bu satırları niçin yazdım? Sorun ben neye yazdım, niye yazdım? Ben bu satırları geceye yazdım. Çünkü ayaklarımı camdan sarkıtmıştım. Gecenin yalnızlığında bir çocuk hüznünü yaşayarak düşe yazdım. Geçmişteki hatıralarıma, rüyaya, düşe yazdım. Gençliğimi geçirdiğim dersaneleri, MTTB yıllarımı, Risalelerle birlikte okuduğum Necip Fazıl’ın Çilesini, Sezai Karakoç’un Mona Rosa’sını, beton duvarlar içinde bir çiçek gibi açan rahmetli Erdem Beyazıt’ı, Cahit Zarifoğlu’nu, Osman Sarı’yı, M.Akif İnan’ı, uzatmayayım 7 Güzel Adam’ı ve daha nice güzel insanları okuduğum yıllara gidip geldim. Tıpkı senin gibi güzel insanları da okuduğum gibi.
Sadede geleyim, niye yazdım? Çünkü yazınızın girizgahında serdettiğiniz hayat serüveniniz benimkinin tam tersi. Siz İHO’nun 1 ila 6 sınıfları arasında Risale derslerine devam eden küçük, aciz bir öğrenci olduğunuzu, 6. sınıfta iken Risalede talim ettiğiniz bir öğretmeninizin Erbakan’ı tekfir etmesi üzerine dersaneden ve cemaatten ayrıldığınızı belirtmişsiniz. MTTB ile irtibat ve edebiyata olan ilgi yüzünden zaten zayıflamış bağınız bu ciğersuz (!) vaka üzerine kopmuş. İmam-ı Gazalî dahil bir hayli okumalardan sonra nihayetinde Sezai Karakoç’u da okuyunca Din’in siyasetsiz olmayacağı bilincine vardığınızı beyan etmişsiniz. Doğrusu otobiyografinizin bu bölümünü görünce hayatımızın makusen mütenasip olduğunu fark ettim. Efendim anlatayım.
Sizin rahmetli babanıza mukabil benim hafız bir babam vardı. (Allah hayırlı uzun ömürler versin) eve 68’li yıllarda yayınlanan dini gazete ve dergiler getirirdi. Onları okurduk ilkokul 4. sınıftaydım o zamanlar. Risalelerle tanıştıktan sonra da hiçbir zaman, hiçbir şekilde köstek olmadı. Gece geç saatlerde dersaneden döndüğümde de “Niçin geç geldin?” diye sorgulamazdı. Sözlerinden ziyade bizlere tavırlarıyla nasihat ederdi. Ve ben ”Elimde olmadan iyi yola düştüm” 1971’de ben de sizin gibi aciz, minik bir İHL öğrencisiydim. 1. sınıftan itibaren Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi’yle tanıştım. Orta bölümdeyken “Yoldaki İşaretler”, Cevherden Gerdanlıklar, Gunyetüttalibin, Kimya-yı Saadet başta olmak üzere Necip Fazıl Kısakürek, Cevat Rıfat Atilhan, O.Yüksel Serdengeçti, Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel v.s bütün kitaplarını maymun iştahıyla okuyordum. Risalelerin Sözler, Mektubat, Şualar gibi ana kitaplarını da yavaş yavaş mütalaa etmeye çalışıyordum. Mübtedi bir talebe olduğumdan itikadi ve imani vecheden risalelere intisabıma rağmen siyaseten toy biriydim. Vatan, millet, iman, Kur’an aşkına hizmet için MTTB’ye de gidiyordum. O yıllarda Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül başta olmak üzere bugünün büyükleri bu teşkilatın Kayseri veya İstanbul vs. şubelerinde çalışan genç ağabeylerimizdi. Ben acizane 1976 yıllarına kadar MTTB’de Tiyatro ve Sinema kulübünde çalıştım. Piyesler ve senaryolar hazırlamaya çalışıyordum. Bu arada Rahmetli Erbakan’ın Milli görüş ve Milli Selamet rüzgarı esiyordu. O rüzgara kapılarak üzerinde anahtar sembollü tişörtlerle Milli Gençlik üyesi olarak Ankara’ya Selim Sırrı Tarcan spor salonundaki kongreye de katıldım. Avazımız çıktığı kadar bağırıp çağırdık. Mücahit Erbakan! Müslüman Türkiye!
Hem MTTB hem dersane, hem Said Nursi hem Seyyid Kutup okurken Emirdağ ve Kastamonu Lahikalarındaki mektublarla karşılaştığımda işin rengi değişmeye başladı. ”Şimdilik bu vatanda dört parti var. Biri Halk partisi, biri Demokrat, biri Millet biri de İttihad-ı İslam…ilah” metinleriyle karşılaştığımda ayaklarım suya değdi. Bu arada 73’lerde Erbakan’ın, Adalet Partisine ve Demirel’e “Mason, Amerikan Uşağı” vs. demesine karşılık Ecevit’e ve CHP’ye “Onlar bizim namaz kılmayan kardeşlerimiz“ diye hitap etmesi bende şafak attırdı. Bu arada anarşi ve terör olayları baş göstermişti. MTTB’de birlikte çalıştığım dava arkadaşlarım geç saatlerde ellerine kalın sopalar alıp birilerini dövmek üzere sık sık dışarı çıkmaya başlamışlardı. Bizim davamızda müsbet hareketin esas olduğunu, sopayla kimsenin yola gelmeyeceğini söyledimse de başaramadım. Yine de dava aşkına irtibatımı sürdürdüm. Ta ki tam 12 yıl aynı sırayı paylaştığım bir can/din kardeşimin şu sözlerine kadar: “Yav biz dışarıda İslamın kavgasını verirken bu Nurcular halıfleks halılar üzerinde kitap okuyor, çay içiyorlar. Bırak bunları.” O tarihten sonra seyrek gider oldum. Ardından Akıncılar Teşkilatı kuruldu. MTTB’den ayrıldık. Akıncılar teşkilatına gel, daveti yapıldı. Ama artık film kopmuştu. Ben dersaneye döndüm. MTTB yıllarında birlikte olduğum ve aynı sınıfta okuduğum arkadaşlarımızdan bazıları okul paydosunda arkamızdan taş atarlardı. ”Sizi gidi masonlar!” diye. Oralı olmadım/olmadık. Ama onlarla kardeşane, medeni münasebetlerimiz devam etti. Din kardeşliğimiz asla kopmadı. Sadece mıntıkalarımız, okuduğumuz kitaplarımız ve hizmet metotlarımız farklıydı. Biz Üstadımızdan böyle öğrenmiştik. Üniversite yıllarımda da Milli Gençlik ve Milli Görüşçülerden çok çektik. Bir hocamız ve birkaç arkadaşımız sırf Nurcu olduğu için dövüldü. Elimizdeki gazetemiz yırtıldı. Bastırdıkları İslami bir dergiye zorla abone yapmaya çalışıldık. İtiraz için giriştiğim ağız dalaşından sonra disiplin kuruluna verildik ve kınama ceza ile tecziye edildik. Daha bir sürü acı hatıra. Acılar benim/bizim için değildi. Onlar içindi. Onları acıyarak hatırlıyorum. Hınçla ve intikam duygusuyla değil.
Öğretmenlik meslek hayatımda da yine karışımıza dikilmişlerdi. Ama bu defa yıl 80’ler 90’ları bulmuştu. Eski sivrilikler yoktu. Artık fikir ve kalem rekabeti vardı aramızda. Bu arada İran/Humeyni devrimi rüzgarları esiyordu hala. Ve Erbakan’ı tekfirle suçlayan, Milli Görüşten ayrılan öğrencilerimiz zaman zaman sınıfta bunları dillendirdikleri zaman Erbakancı ve Milli Görüşçü olmadığım halde Erbakan’ı savunuyor ve onun halis muhlis bir mücahit olduğunu da söylüyordum. Neyse geçelim.
İnşallah bu yazım sizin tabirinizle “Bir sineğe bazukayla ateş etmek” sayılmaz. Amma ne yapalım ki sizin gibi ben de şöyle bir otobiyoğrafimi yazayım da dostlar kim olduğumuzu bilsinler gibilerden bir girizgah yapmayı tercih ettim. Yani amacım yine sizin tabirinizle “Çam devirmek değil, çam fidanı dikmektir.”
Gelelim bazı mütalaalara. Ben öyle siyaset falan sorularınızın cevabını verecek değilim. Siyasal İslamcı kardeşlerimizin nitelediği gibi “Dersanelerde, evlerde toplanıp kavun-karpuz çekirdeğinden bahseden cemaat” olarak çekirdekten yetişme bir nurcu sayılmışım. Bana bizim buralarda Nurcu derler. Ben demiyorum onlar diyor. Üstadımızın ve Risale-i Nurların talebeleri içinde en aciz, en küçük ve en cahil şakirdi olabilmişsem bana ne mutlu. Elhamdülillah haza min fadli Rabbi..
Üstad Necip Fazıl’ın raporlarını tek tek takip ettim. Erbakan ve MSP çizgisinden ayrılışının macerasını iyi kötü izledim. Necip Fazıl’ın kenara konulup Diriliş sürecini başlatan Sezai Karakoç’la yeni üstad sayılarak yola devam edildiğini gördüm. Üstad Karakoç’un bir süre sonra Gül amblemli Diriliş Partisini kurmasını ve arada karambole getirilişini de müşahede ettim. Karakoç’un koluna girip “Tabii Üstad yeni partimiz şöyle olacak böyle olacak” diyenlerin de Erbakan adına çalıştıklarını da biliyorum. Yani bunları yaşadım. Velhasılı kelam siyaset başka bir şey..
Erbakan konusunda şunu da ekleyip kapatacağım: Risale-i Nurlara alternatif olarak gösterilen ve Siyasal İslamcıların en çok tavsiye ettiği Merhum ve Mağfur şehid Seyyid Kutup üstadın Fizilal-il Kur’an tefsirinde “Ve men yahkum bima enzelallah” ayetinin yorumunu esas aldığımda Erbakan fasık ve facir durumuna düşüyordu. Zira iktidara geldiğinde İslam Şeriatına göre icraat yapmamış ve yapamamıştı. Oysa Bediüzzaman Said Nursi’nin Münazarat ve Sünuhat isimli eserlerindeki “Men lem yahkum, bi mana, men lem yusaddik” anlamındadır, şeklindeki yorumuna göre Erbakan icraat yapamamış, yaptırılmamış olduğundan bu ayetin dehşetli şumûlünden kurtuluyordu. İşte bizim Said Nursiyi öne almamız ve onu çok çok okumamız bir yerde bunun içinde. Allah’ı, Peygamberi ve Kur’anı en güzel ve en etkili biçimde anlatıp bizlere sevdirdiği için üstadımızı ve risaleleri seviyor ve diğer eserlerden daha fazla okuyorduk. Rahmetli babanızın kaygısı hissi ve sübjektiftir ben acize göre. Said Nursî’nin adı hiçbir zaman Efendimizin (S.A.V) adından daha fazla geçmez. O sadece bir vasıtadır. ”Ben bir kuru üzüm çubuğuyum” diyor. Ve Risale-i Nur odak merkezimizdir. Üstadımız “Ben de sizin ders arkadaşınızım” diyor zaten.
Benim de aklıma deve katarları gibi bir sürü soru geliyor. Ama bunları kimseleri muhatap almadan öylesine soruyorum.
1-Said Nursi ve Risaleler yasaklı iken ve zindanlarda susturulmak istenirken Ortadoğu merkezli İslami eserler neden tercüme edilip piyasaya sürüldü. Said Nursi’nin müsbet hareket metoduna pısırıklık olarak bakılması için radikal İslami hareketlerin başlaması hususunda neden içerden ve dışarıdan bir takım desteklemeler yapıldı?
2-O yıllarda Nur dersaneleri güvenlik kuvvetlerince basılıp takke ve tesbihe kadar derdest edildiği halde tekke ve zaviyeler yasak iken neden bazı şeyhler ve mürşitlere mevzii bir serbestiyet tanındı.
3-Risale-i Nurlar umumun malıdır. Herkese açıktır. Sözler, Mektubat, Şualar gibi ana eserleri okuyup ”Said Nursi büyük bir alimdir, Bediüzzaman’dır“ diye hakkını teslim edenler, sıra Emirdağ Lahikası, Barla Lahikası, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Münazarat, Sünühat isimli eserlerine gelince yan çizip içtimai ve siyasi alanlardaki prensiplerini kale almıyorlar, Üstad saymıyorlar?
4-Namaz kılan, tesbihat yapan, risale okuyan nurcuları sırf kendi partilerine oy ermediği için mason, Amerikan uşağı olarak niteleyen mücahitler yıllar sonra neden müşahit ve sonra iktidara gelince müteahhit oldular?
5-Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said gibi üç evresi olan Said Nursi ‘nin siyaset üstü metodunu ya da icra ettiği Yüksek İslam Siyasetini, neden başlangıcı ancak II. Meşrutiyet’te dayanan İslamcı’lıkla sorgulama gereği duyuluyor.
6-Ne oldu da Şeriat, Kur’an, Cihad vs. sloganlarını dillerinden düşürmeyenler özellikle 97’lerden sonra demokrasi, insan hakları, özgürlük vs. demeye başladılar?
7-Neden zındıka komitleri kadar Siyasal İslamcılar veya İslamcılık çevreleri Nurculuğu hedef tahtasına koyuyorlar?
8-Mavi Marmara türünden sorularınızın muhatabı olan muhterem şahsiyet, yıllar önce RP-BBP-MP ittifakına oy vermiş, destek olmuş siyasete vakıf bir şahsiyettir. O zamanki siyasilerin takdir ettiği irade ve hikmet-i hükümet ile Mavi Marmara olayındaki irade ve hikmet-i hükümet aynı beynin ve birikimin mahsülüdür. Dün cici, bu gün tu kaka yapmak yanlış olur bu soruyu soranlarca. Ve birincil muhatabı değiliz. Beyanatta bulunma bizim alanımızın dışındadır. Sükutumuzu saygıyla karşılayın lütfen. Hoşgörü ile ilgili sorunuz da aynı minval üzere değerlendirilebilir.
Daha katar katar sorular var Ömer Lekesiz kardeşim. Bence bu tip soruların cevabı verildikten sonra sizin sorduğunuz soruların cevabı daha kısa ve kolayca verilecek ve anlaşılması daha sehil olacaktır.
Sevgili Ömer Lekesiz kardeşim. Ben bu soruları ekmek arası köfte kabilinden sormadım. Kimseye de siyasi tercihinden ötürü kırgın ve kızgın değilim. Bu dünyada Nurculardan başka cemaatler, tarikatlar, zümreler var. Bu cemaat dışında nice insanlar var. Hepsi dinen kardeşimizdir. Müslüman olmadığı halde bir çok saygın, faziletli, dürüst insanlar da var. Onlar da insaniyeten kardeşimizdir. Biz bir gemideki yolcularız. Ya hep birlikte kardeşçe yaşayacağız ya da aptalca batacağız. Yazımı yine aynı şiirden alıntıladığım dizelerle bitirmek istiyorum bir cemile olarak.
Cama oturup sarkıttım ayaklarımı geceye
Bir düş düştü elimden yere
Undan ufak oldu her bir zerre
Kaybolup gitti bir genç gecenin içinde..
Hürmet ve muhabbetlerimle Allah’a emanet ol Lekesiz kardeşim..