Osmanlının sonlarına doğru meşrutiyetin iyi midir kötü müdür diye sancılarını çektiği bir zamanda bir kısım hatırı sayılır âlimler, Hürriyeti ateş gibi yakar anlamında kötü olarak tarif ederken, Bediüzzaman “Hürriyet imanın hasasıdır” diyordu.
Baskıcı idare ve rejimlerin İslam şeriatı ile bir ilişkilerinin olmadığını, “Bir kavmin başı o kavmin hizmetkârıdır” hadisini ve meşveretle ilgili ayetleri nazara vererekten istişareyi esas alan meşruti idare sistemlerini Kur’anın kabul ettiğini, şeriatın baskıcı sistemleri ve zalimane tahakkümi idareleri reddettiğini ispat ederek, herkesi hayretler içerisinde düşünmeye sevk ediyordu.
Maddi ve manevi terakki yatımızın ve saadetimizin meşrutiyette yani gerçek manadaki hürriyette olduğunu, ulemaya, zamanın idarecilerine, paşalarına zabitlerine haykırıyor, hatta hürriyeti kötü yorumlamamaları için şarkın vilayetlerini hatta aşiretlerini bile tek tek gezerek onları, hürriyetin doğru anlaşılması noktasından intibaha getirmeye çalışıyordu.
Baskıcı idareleri, hür teşebbüsü, hürriyeti menetmekle, istidat ve kabiliyetleri körelten, girişimciliği baltalayan kısaca her şeyi çürüten bir mezara benzetiyor ve istibdatta en çok zarar gören milletler içerisinde biz Müslümanların olduğunu bildiriyor neme lazım siyasiler, ilgililer düşünsün deyip kabuğuna çekilmiyor, milletin saadeti ve selameti için bu uğurda idamı bile göze alıyordu.
Asya’nın ve Âlem-i İslâm’ın terakkisinin birinci kapısı, meşru ve doğru uygulanan ve adabı şeriat dairesindeki hürriyettir diyordu.
Şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâmın, yabancıların manevi baskısı altında ezildiğini, Âlem-i İslam’ın yükselmesi ve baht-ı İslâm’ın anahtarının meşrutiyetteki meşveret meclisleriyle açılacağını, bu sayede gerçek hürriyetin gelmesiyle üç yüz yetmiş milyonluk âlem-i İslamın, maddi ve manevi esaretten kurtulmasına yegâne bir çare olduğunu anlatıyordu.
Ne yazık ki Bediüzzaman’ın bir asır sonra anlaşılacak, Asya’nın derdine deva ileri görüşlülüğünü, zamanın sakallı çocukları hükmünde olan ileri gelenleri göremiyor ve tımarhaneyi ona reva görüyorlardı.
Yine ne yazık ki, yıkılan, Osmanlı enkazı üzerinde kurulan yeni devletin temelleri atılırken, ”bu inkılâbı azimin temelleri sağlam atılmalı” diyerek, tefritten ifrata gidilmemesi, hürriyetin kötü uygulanmaması ve nefis ve şeytanın manevi baskıları altında sükûtu milleti netice verecek ve anarşiyi doğuracak yollara, bid’alara itilmemesi ve İslam milletinin fıtratına uygun bir yola sevk edilmesi noktasında ikaz etmesine rağmen, inkılâp softaları tarafından sürgünler ve hapishaneler ona mesken ettiriliyordu.
İstanbul'dan şarka dönüşünde uğradığı Tiflis’te bir tepeden etrafı seyrederken bir Rus polisiyle aralarında geçen konuşmada, (Üstad herhalde Kosturmada esarette iken Rusçayı öğrenmiştiki Rus polisiyle meramını anlatacak şekilde konuştuğunu görüyoruz.), yine Rusya’nın karanlıklı istikbalini ve Âlem-i İslam’ın bir biri arkasındaki nurani üç inkişafından sonra müjdeli geleceğini izah ettiğini görüyoruz.
Üstadın bu geleceğe dair ümitli konuşmaları karşısında, İslam Âleminin perişaniyetine ve dağınıklığına ve esaret altında olmalarına ve bu durumun daha da kötüleşerek devam edeceğine inanan Rus polisi hayretler içerisinde üstada, Heyhat! Şaşarım senin ümidine demesi üzerine, Üstat bu defa polisi daha da şaşkına çevirecek şekilde devam ediyor.
“Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.
Rus polisi: İslâm parça parça olmuş?
Bedîüzzaman:
Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar.” İlâ ahir (T.Hayat)
Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. .” İlâ ahir (T.Hayat)
Osmanlının yıkılmasından sonra kısa süre içerisinde tek tek tüm İslam ülkeleri istiklaliyetlerine kavuştularsa da, Osmanlıdan kopmuş ve başsız kalmış öksüzler gibi, devlet geleneği olmayan bu memleketlerde, halkın iradesine dayanmayan, tepeden inme, müstebit ve tahakküme ve totaliter zihniyete dayalı ve sadece o zihniyetteki adamları seçme hakkı veren rejimler hâkimiyet kurarak, Müslümanların cehaletlerinden ve ihtilaflarından hiçe inen kuvvetlerinden de istifade ederek onları sömürmeye dış güçlerinde vesayeti altında devam ettiler.
Sünnet-i Seniyye’ye uymayan halifede olsa hayduttur diyen üstadın tarifinden anlaşıldığı üzere milletin menfaatine çalışmayı ve millete hizmetkârlığı esas almayan müstebit idareler, şahsi ve taraftarlarını içerisine alan ve milletin değerlerini ve ekseriyetini ötekileştiren, menfaatperest uygulamalarıyla, firavuncuklar nevinden zulümlerini ve hâkimiyetlerini bu güne kadar sürdürdüler.
Gittikçe dünyada yayılan ve gelişen teknoloji ve iletişim araçlarıyla her kesçe müşahede olunan ve maddi ve manevi müspet neticeleri gözle görünen, gerçek hürriyet ve gerçek demokrasi dediğimiz inançlara saygılı, hoşgörü ve katılımcılığı esas alan sistem rüzgârları, nihayet derecede gerçeklere ve hakiki hürriyete ve adalete ve izzet-i İslama yaraşır şekilde yaşamaya müştak ve susamış âlem-i İslam milletlerini de hareketlendirmeye başladı.
Hakka ve hakikate, hürriyete ve adalete yatkın ve meyilli Müslümanlar, İslamın ruhuna muvafık asrı sadet misali milletin emrinde ve millet menfaatini öne alan, adil ve Şehamet ve İzzet-i İslamiyyeyi gösteren,hak ve hürriyetlere saygılı bir devlet anlayışını fıtri ve vicdani bir sevk ile aramaya başladı.
Cenab-ı Hak’ın kemal-i merhametinden, Kur’anın hakikatlerinin kıyamete kadar devam edeceğine bir lütfu olarak, ümmetin her fesadı zamanında bir müceddit veya bir şanlı halife, kutbu azam veyahut mehdi misal hükmünde zatları göndermiş ve fitnelerin izalesini onlar vesilesi ile temin etmiştir. Âdetinin böyle devam ettiğini asrı sadetten bu yana görüyoruz.
Şimdide bu fitne-i ahir zamanda elbette külli ve cemaat vari tahribatlara karşı, âlem-i islam’da çokça bulunan Alibeyte mensup yüz binleri bulan nurani zatlarla beraber, Anadolu'nun bağrından fışkıran ve âlem-i İslama yayılan, al-i Muhammedi unvanına layık, kalpleri imanlı, muhabbeti Nebevi ile dolu ve sünneti seniyyeyi ihyayı esas alan,bir şahsı manevinin mensupları olan yüz binler nurani ve nurlu, nurcu zatların ektikleri tohumlar ve estirdikleri rüzgarlar, Müslümanların vicdanlarındaki hak ve hakikatı bulma heyecanını uyandırmaya ve çiçekler açmaya başlamışlardır..
Hak ve hakikat güneşinin fecri sadıkıyla, âlemi kuşatmaya başlamasının altında, ölü misal gaflet uykusunun derinliğindeki Müslümanlar uyanmaya başlayarak, maddi manevi bir feveran ile yüksek bir hamiyetle ayağa kalkarak feleğin rağmına bahtsız talihine dur diyecek hadiselere doğru ilerlemektedir.
Birinci derecede önemli olan bu intibahın ve hayata geçişin tahakkukundan sonra geriye kalıyor, âli hamiyet duygularının önüne geçip, ümmete rehber olacak ve onların başına geçip İslam âlemini ve dünyayı hak ve hakikat ile gerçek insaniyete ve huzuru tamme götürecek rehberin gelmesine. Böyle olmasını adetullahtan bekliyoruz ve beklemekte haklıyız.