İnsan yaşamı üç kavram üzerine inşa edilmiş gibi: Kimlik, kişilik ve kendilik kavramları. [Bu kavramsallaştırmanın patenti bilebildiğim kadarıyla Dücane Cündioğlu’na ait.] Buna daha bilimsel bir ifadeyle sosyoloji, biyoloji ve psikoloji de diyebiliriz. İnsan hayatının özeti bu üç kavram. Kimlik [sosyoloji] dışsaldır, dışımızdır, dışımızdadır, zahirimizdir. Etkilenen değil etkileyendir. Ünvanlar, lakaplar, rütbeler, makamlar, mevkiler kısacası “sosyal aidiyet” olarak tarif ettiğimiz her şey bu kategorinin içine dahildir. Nesnele yakın öznel bir açıdan bakınca bütün örf, adet ve gelenekler gibi dini inanış, yöneliş ve tercihlerimiz de umumiyetle bu dairenin içine girer. Yani sunulmuştur bize. Hazır bulmuşuz onları. Tıpkı dilimiz, ırkımız, muhitimiz [coğrafya] gibi. Bu anlamda insanın herhangi bir dini seçme olanağı yoktur, hazır bulduğu dini terk etme olanağı vardır sadece. Kimlik seçiminde en ufak bir tasarrufumuz yoktur bizim. İçine gözlerimizi açtığımız sosyolojik çevre ve unsurları bir aidiyet duygusuyla kuşatır bütün hüviyetimizi. Kimlik alınmaz, verilir. [cebri] Layık olalım veya olmayalım, hak edelim veya etmeyelim fark etmez. Auguste Comte “insan sosyal çevresinin çocuğudur” sözüyle kimliği insan yaşamının tek belirleyici unsuru olarak görür. Mabutlaştırır yani.
Kimlikten çok daha acımasız ve katı bir yazgısı var kişiliğin. Huy, karakter, mizaç, zeka, ahlak, hafıza, hissiyat, dil, renk gibi doğuştan fıtratımıza yerleştirilen şeyleri temsil eder kişilik. Kısacası biyolojik olan tarafımızı. Kişilik de aynen kimlik gibi dışımızdadır, dışımızdır. Kazanılmış değil verilmiştir. Kesbi değil vehbidir. Sigmund Freud “insan içgüdülerinin çocuğudur” sözüyle kişiliği -Comte’nin tam aksine- insan yaşamının tek belirleyici unsuru olarak görür. Mabutlaştırır yani. İnsanın bütün kaderini sosyoloji/biyolojiye bağlamak ve bu ikisi üzerinden okumak ne büyük yanılgı! Ontolojik anlamda hiçbir kimlik diğerinden üstün [üst kimlik] veya aşağı [alt kimlik] olmadığı gibi hiçbir kişilik de diğerinden üstün [üstün ırk] veya aşağı değildir. İrade ve istem dışı verilen bir şey rüçhaniyet [üstünlük] sebebi olamaz çünkü. Bu manada insanların hepsi bir tarağın dişleri gibi eştir ve eşittir. “Dillerinizin [kimlik] ve renklerinizin [kişilik] ayrı ayrı olması O’nun ayetlerindendir” [Rum, 22] fermanından kimlik ve kişiliğin tamamen birer ihsan ve lütuf olduğu anlaşılıyor. Verilmiş [vehbi] olan bir şeyi üstünlük vesilesi yapmak ancak zalimlerin [zalumen] ve cahillerin [cehula] şiarıdır. Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un bu konuyu işlediği o ölümsüz eserine “Ölümcül Kimlikler” [Les Identités Meurtrières] adını vermesi ne kadar manidar!
Kendilik, -diğer ikisinin tam aksine- içseldir, içimizdir, içimizdedir, derunumuzdur. Bazen kendimizden bile gizlediğimiz en mahrem tarafımızdır. Bizi, biz yapan öz-benliğimizdir. Yunus’un “Ete kemiğe [kimlik/kişilik] büründüm Yunus [kendilik] diye göründüm” ile “bir ben var bende, benden içeru” dediği şeydir kendilik. “Allah sizin dış görünüşüze, kalıbınıza ve mallarınıza bakmaz ancak kalplerinizde taşıdığınız takvanıza bakar” [Müslim, Birr, 33] Hadis-i Şerifi kimlik ve kişiliğin “yarar”sızlığına buna mukabil kendiliğin “değer”ine işaret eder. Kendilik aşamasında başlar insanın o çetin imtihanı. Bütün var olma sancıları bu evrede cereyan eder. İnsan, bu geçitte insan olduğunun bilincine varır. Ne ki beşerilikten [kimlik/kişilik] insaniliğe [kendilik] irtifa edebilen yani bu çetin imtihanı başarıyla atlatabilen kişi sayısı bir elin parmakları kadar az. İblis, bu iki aşamayı geçemediği için kovuldu Rahmanın huzurundan. Kimliğe/kişiliğe takılıp kendisi olamadığı için. Çünkü kendini bilmek Rabbini bilmekten geçer. [Kendini bilen Rabbini bilir] Kendilik bilgisi bütün bilgilerin en yücesidir ama kendiliğin kendisi yetmez bir başına, uygun ve münasip bir mecra gerekir ona. Bundan dolayı egzistansiyel filozof Jean Paul Sartre “varoluş [kendilik] özden [kişilik] önce gelir” diyordu. Doğru bir yere işaret ediyordu ama doğru bir mecra bulamıyordu, usulca akmak için. Kendilik ufkunu yakalamak büyük bir erdem ama doğru mecra olmayınca tek başına kifayetsiz. Bu noktada Sartre diğer iki düşünüre nazaran çok daha ileri bir yerde duruyordu ama kahrolası mecrasızlık yüzünden O da kendilik aşamasını bir hapishaneye dönüştürdü. Mabutlaştırdı yani. İnsanın bütün kaderini kendiliğe [ene-benlik] bağlamak ve onun üzerinden okumak -tıpkı diğer ikisinde olduğu gibi- büyük bir yanılgı.
Calib-i dikkattir, tarih envanterine kayıtlı bütün savaşların, kıyımların, yıkımların, zulümlerin, dini/vatani/sınıfi/etnik bütün milliyetçiliklerin nedeni ya kimliktir ya kişilik. Peygamberlerin gönderiliş amacı sosyal yaşamda olabildiğince gerçek ama bir o kadar da anlamsız olan bu savaşlara bir son verip insanların dikkatlerini ve enerjilerini kendilik ufkuna doğru yöneltmek. Öz-benlikleri ile aracısız iletişime geçmelerine yardımcı olmak. Kendilik bilgisini sahih bir mecra ile buluşturmak. Zira sahih bir mecra olmayınca bütün mecralar birer maceraya dönüşür. Ve birçok macera gibi sonu felaketle biter. İslam’ın “fıtrat dini” yani sahih mecranın bizatihi kendisi olmasının nedeni bu. Aynı zamanda İslamsız iflah [kurtuluş] olamamanın nedeni de. Bu meyanda “önce insan, sonra İslam” sözü manasız bir klişeden ibarettir çünkü İslam demek bizzat insan demektir. Her ne ki İslami ise insanidir; her ne ki insani ise İslami’dir. Sözün özü;
Cahilin [aptal] gözünde sıralama şöyledir: Kimlik-Kişilik-Kendilik.
Arifin [abdal] gözünde sıralama şöyledir: Kendilik-Kişilik-Kimlik.