Onlu yaşlarımın başındaydım. Rahmetli babamın yanında önce ayakkabıcı çıraklığı yaptım. Çirişe bulandı avuçlarım, ispirtolu ocaklarda ayaklarımı yaktım. Daha ‘temiz’ bir işe geçtik sonra, manifaturacı olduk. Peynir ekmek gibi ‘Arjantin 78’ tişörtleri sattık; dünya kupası Arjantin’de oynanıyordu. Maradona yeni yıldızlaşıyordu.
Manifatura dükkânımızı ben açardım namaz sonrası. Kocaman Caddesi’nde, sabah serinliği eserken, bir ağızdan kepenk cayırtıları yükselirdi. Yetmişli yılların sağlı-sollu gerilimi içinde, kendi halinde bir ergendim. Biraz annesiz büyümenin verdiği çekingenlik biraz berber Mustafa Abi’den, Bakkal Dursun amcadan, babamın ortağı Seyit Ahmet abiden aldığımız esnaflık terbiyesinin meyvesi olmalı. Asker şapkalı, üniformalı bir ortaokul öğrencisiydim.
Ortaokul öğrencisi de olsanız, ille de bir siyasî yerinizin olması gerekirdi. On iki yaşınızda bile vatan kurtarmaya dair bir projenin ucundan tutmanız beklenirdi. Ülkücülerden de komünistlerden de arkadaşlarım vardı. Hiçbiriyle kavgam yoktu. İlçemiz ortasından ikiye bölünmüştü; Terme Çayı’nın bir tarafı sağcılarda bir tarafı solculardaydı. Bazı arkadaşlarım tam Köprü’nün başına geldiğimizde yanımdan usulca çekiliverirdi. Ben Köprü’nün iki tarafına da geçebiliyordum, onlar ‘karşı geçe’de yasaklıydı.
Kemalettin Tuğcu okuyup geceleri gizli gizli ağlardım. Yetim kelimesini duyar duymaz içimde kasırgalar eser hâlâ. Uslu çocuktum dediğime bakmayın ama haytalıklarım yok değildi. Çok bunalınca, köye kaçardım. Yaya yürürdüm; yokuş çıkardım; azgın köpeklerin arasından geçerdim sırf “anammmm” diyebildiğim biricik insan babaannemden sıcacık, mis gibi “oğluuuummm…” sesini duymak için. Anneannemin “ennacuk” diye çağırmasını hem garipser hem severdim. “Koca kafa” derlerdi bana; kızardım; çocukken kafam gövdeme göre orantısız büyükmüş. Hafta sonları -dükkâna yeni mal geldiği için Pazar günü de çalışmam gerekmiyorsa- bir yolunu bulup erkenden deniz görebileceğim bir yere, Miliç’e, Sakarlı’ya, en iyisi Ünye’ye kaçardım.
En büyük haylazlığım ise, sabah erkenden dükkânı açmaya giderken Ahmet Abi’nin kitapçı dükkânına uğramaktı. Mücevher dükkânına sarkmış hırsız gibi heyecanla göz atardım kitap kapaklarına. Bazen ismi, bazen şekli, bazen cildi, bazen abi tavsiyesi, bazen arka kapağı, bazen içinden bir sayfa nedeniyle, bir kitaba gönül koyardım. “İşte aradığım bu!” dediğim kitap akşamüzeri vefasız kalırdı. Her kitabın bir iyi yanı vardı ama bana işe yaramaz bulduğum yanları daha çoktu. Baba zoruyla, yeni başladığım ve alacalı kıldığım namazlarda yaptığım duayı hatırlıyorum: “Bütün kitapların iyi yanlarını toplayan bir kitap...”
Liseye başladım, az büyümüştüm. Duam kabul olacakmış. Yeni bir ‘dinci’ geldi okula. Din Bilgisi dersinin sıkıcı müfredatını bir tarafa koyarak, bize hikâyeler anlatmaya başladı. İlk defa ‘dinin bilgisi’yle değil, ‘din’in kendisiyle tanışmıştım. Meğer hikâyeler Küçük Sözler’denmiş. Şimdilerde her konuda anlaşamasak da, ömür boyu minnettarım Şemsettin Çakır’a… ‘Kırmızı kitaplar’ı ilk defa onun evinde gördüm ki, bir öğretmenin evine davet edilmek, önemli bir ayrıcalıktı biz ergenler için.
Hep aradığım o kitap oradaydı: Risale-i Nur. İlk dinlediğim bahis beni çok şaşırtmıştı: “Namaz iyidir. Fakat her gün, her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor…” Başkalarına sorsam sapıklıkla suçlanacağım, kendime sormaktan bile utandığım bu soruyu ilk defa bir “dinî kitap”ta son derece açıkça duyuyordum. Tam o anda adını kitapların üzerinde gördüğüm Said Nursi’yi benden biraz büyük, yirmi beşlerinde, harbi bir abi olarak hayal etmiştim. (Bence hâlâ delikanlıdır Üstad.) Sonra haftalık sohbetlere başladık; bir han odası kiralamıştı Şemsettin Hoca; esnaflar, tek tük öğretmenler ve ara sıra da öğrenciler geliyordu. Ben çaydan sorumluydum. Bir ara İşarâtü’l İ’caz’ı keşfettim; onu da babamdan ve hocamdan gizli okuyordum. Kafama iyi geliyordu, çok matematikseldi…
Aradan kırk yıl geçti. Yetmişli yılların yoksulluğunda, kimi ayakkabıcı, kimi dondurmacı, kimi kitapçı, kimi öğretmen, kimi vakıf, kimi üniversite hocası, kimi şoför, kimi lokantacı, binlerce özel insanla tanıştım. Yüzlerinde Bediüzzaman’dan ders almanın mesrur tebessümü vardı. İnsanların imanına hizmet etme telaşıyla koşturuyorlardı; seçimden seçime siyasî telaşları olurdu. Kitabı sevmenin, sayfalara göz nuru akıtmanın aydınlık portreleriydiler. Anadolu’da kitaba vurguyu sadece onlar yapıyordu. Birileri dua edilirken ellerin nasıl tutulacağı üzerine kavga ederken, onlardan ‘fiilî dua’ diye harika şeyler duyuyordum. Kimselere büyüklenmeden güzel şeyler söylerlerdi, kerem sahibiydiler. Teklifsiz sohbete alırlardı yabancıları bile. Bir tartışmanın arasına “nitekim Üstad Bediüzzaman der ki...” diye başlayan hikmetli bir söz koymayı başarırlardı. Ümmet coğrafyasının acılarını sonuna kadar yüreklerinde hissediyorlardı. Alevî-Sünnî ayırımcılığına sahih ve esaslı bir duruş sergiliyorlardı. Kardeşlik için çırpınıyorlardı. Demirelciliği biraz abartmışlardı; rahmetli Erbakan’a ve milli görüşün üslubuna mesafeliydiler ama şahsi ölçekte bir Erbakancının kalbini kırdıklarını görmedim.
İlahiyatçı değillerdi; camilerde vaaz kürsüleri yoktu. Ayet numaralarını dayanak yaparak iddialı konuşmalar yapma alışkanlıkları yoktu. Tevazu ile tebliğ edilirdi hakikat. Kaldırımda yürürken, dükkân tezgâhını beklerken, çay yudumlarken akıveriyordu sözleri. Akademisyen değillerdi; epistemoloji dertleri yoktu; sosyopolitik konjonktür hesabı gütmüyorlardı. Milletvekili sayısını artırmak gibi, hükümetten bakanlık almak gibi projeleri yoktu. Emniyete adam yerleştirmek, istihbaratı ele geçirmek, askeri okullara adam yerleştirmek gibi hesapları yoktu. Ordu’nun dizginini ‘o şahıs’ın elinden kurtaracağına dair ümitleri vardı. Vatan evladına emanetti tüm dönüşümler, tüm değişimler. Bazen uzun otobüs yolculuklarının yan koltuğunda, bazen kır kahvesinin köşesinden çıkagelirlerdi. Çiçekten böcekten, taştan ateşten laf açıldıkça heyecanlanırlardı. Ümmet kimi seviyorsa, onlar da onu seviyordu.
“Nur Cemaati”ydi bu...
Dindar olarak siyaset yapmayı hakları görüyorlardı ama din adına siyaset yapılmasına mesafeliydiler. Sıkı sıkı tembihlemişti Üstad. Herkesin kendini Müslüman bildiği yerde “asıl Müslüman biziz!” denemezdi. İnsafsızlık olurdu. Bir siyasi cephe oluşturma projeleri olmadı hiç. Herkesin yanında, herkes gibiydiler.
Eksikleri kusurları oldu elbette. Ne de olsa kusur edebilir, düşebilir insanlardan oluşuyordu. Aldandığı dönemler oldu. Eleştirilecek savrulmalar yaşadılar. Ama ne yaptılarsa aşkla yaptılar. Vatan sevdasıyla mitinglere koştular. İman hakikatlerinin heyecanıyla konuştular. “Gözümde ne cennet sevdası var ne cehennem korkusu…” diyen bir delikanlının göğsüne yaslanarak yürüdüler.
Yetmişli yılların bu özel çilekeşleri bugünlerde Anadolu’nun bir köşesinde, yakın gözlükleri burunlarının üzerinde Risale okuyorlar. Vaktim ve imkânım olsa, yaya yola çıkar, Anadolu’nun her bir köşesine yayılmış, iman kurtarma telaşıyla yaşayan, üzerlerinde bir cemaat ya da örgüt ismi taşımayan o ağabeyleri tek tek kucaklardım, ablaların gönlünü alırdım.
Bugün sözü dinlenir bir itibarın sahibiysem, bu isimsiz kahramanların hasbi nefesleri, içten gayretleri sayesindedir. Onları küçük hesapların, acil manevraların, entelektüel etiketlemelerin malzemesi yapanlarla şiddetle karşı çıkarım. Omuzları üzerine ayaklarımı koymamdan memnun bu güzel insanların ayaklarına buse borçluyum.
Bir de not: Minnet borcumun küçük bir parçasının edası olan bu makalenin sonuna, ‘Nur’, ‘hizmet’, ‘cemaat’ gibi bereketli kavramlarımızı gasp edip itibarsızlaştıran ‘riya makinesi’ malum ‘örgüt’ün ve türevlerinin ismini zikretmek bile midemi bulandırıyor. Bağışlayın.