Mehmet Kırkıncı Hoca, Bediüzzaman’ın ehassül havas talebelerindendi. Erzurum’da üniversite açılınca öğrencilerin çoğu kimliksiz, kısmen dinsiz kimselermiş. Birkaç vakada bunlar müşahade edilmiş. Kırkıncı Hoca Bediüzzaman’a bir mektup yazıp üniversitenin manevi felcini anlamış. Bediüzzaman ötelerden bir ses olarak ona cevap yazmış: “Ümitsiz olmayın o üniversite benim üniversitem olacaktır.”
Ben öğrenci iken üniversite camisinin açılışı için davet nitelikli ilanlar dağıtmıştım şehirde. Bizde üniversite, Müslüman Türk kimliğine hala gelmemiştir. Öğrenci dindar ve gelenekçi bir şehirden üniversiteye gelir, bir süre sonra giyim, kuşam, konuşma, davranışlar dejenere olur. Zaten iğreti kimliği kaybolur gider. Isparta’da iken bir kızın anası kızını ziyarete gelmiş. O gelince kızı gayet muhafazakar giyinmiş. Caddede ana-kızı gördüm, kızı nihayet tanıyıp sordum. “Bu ne hal keyfiyet?” Dedi “annem gelmiş onu gezdiriyorum.” Daha sustuk, o gittikten sonra kabuğu soyulmuş meyve gibi yine ortada.
Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vâyesi
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz, bütün sermâyesi
Kırkıncı Hoca her türlü ilme meraklı bir insandı. Özellikle tarihe, tarihi şahsiyetlerin hakkında kısa anektodlar bilirdi, zaman zaman söylerdi. Felsefe de okumuştu, üstelik onları Bediüzzaman’ın fikirleri ile eleştirirdi.
Bir filozof, “insan nerden geldiğini nereye gittiğini bilmeden de rahat yaşayabilir” demiş. Hocam da “baksana bir otobüse binen nerden bindiğini, nerede ineceğini ve niçin bindiğini bilmeden rahat yaşayabilir mi?” diye sormuştu. Yaşayamaz elbette. Veysel’in bu dünyayı hana benzetir: “İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece…” Veysel en harika modern şairlerden daha güzel imajları olan bir insandı.
Yüzün cırdım tırnağınan elinen
Başın yardım kazmayınan belinen
Gine beni karşıladın gonca gülünen
Benim sadık yarim kara topraktır.
Ne kadar harika bir apokaliptik imaj zinciri.
Yıllarca Kümbed’de beraber yaşadık Kırkıncı hocamla. Ezandan önce kalkar, abdest için gider, tam ezan okunurken kapıyı açar içeri girerdi. Ezan biter bitmez namaza başlardı. Arkadaşlar da onunla birlikte. Özellikle dua ederken ellerini semaya kaldırır, gökyüzünden maveraya istekte bulunurdu. Hiç olağanüstü şatahat tavırlı bir insan değildi. Sıradan gibi görünür ama konuşunca ölüleri dirilten bir ses tonuyla çarpıcı benzetmeler, ani dönüşler ile konuşurdu. Onun bir sözü ve örneğiyle nice insanlar ilahi vadiye dönmüşlerdir.
İstanbul hayranıydı. İstanbul’a gittiğinde meşahiri ziyaret eder. Özellikle Yavuz Sultan Selim’i. Onunla ilgili bir de kitap yazmıştı. Fatih’in türbesine gider, sonra Eyyüb el Ensari’ye uğrar onlarla bütünleşirdi. Onun talebeliğinin ilme, tarihe, sanata, felsefeye açılan kapıları vardı. Dar bir vadide dolaşıp sevdiğinin hatırına başka şeyleri istismar etmezdi. O eserlerin dünyasından dünyaya açılan bir mantıktaydı. Özellikle Osmanlı hayranıydı.
Kendisi ile Hoca Saadettin Efendi’nin Tacü't-Tevârîh'ini okumuştuk. Sadettin Efendi, Yavuz Sultan Selim’in musahibi Hasan Can’ın oğluydu. Yavuz sırtındaki bir çıbanı sıktırmak istemiş hizmetçisi “efendim yapmayın kötü sonuçlar verebilir” demişti. Gerçekten Şirpençeden yani o çıbandan kısa bir süre sonra öldü Sultan Selim. Ölmek üzereyken Hasan Can Yasin-i Şerif okumaya başlamış ve Sultan’a “Efendim Allah ile olmak zamanıdır” demiş. “Ey Hasan Can ben şimdiye kadar kiminle idim” demiş.
Yavuz, her gece teheccüd namazı kılar, Resul-i kibriyaya salavat okurmuş. Bir gün unutmuş, o gün bir adam gelmiş “illa padişahla görüşeceğim” demiş. Zorla huzuruna çıkarmışlar. Adamın çok borcu varmış. Padişahın huzuruna varmış, ona bir rüya anlatmış. Rüyada Hazret-i Nebi “Yavuz’uma git o senin ihtiyacını karşılar” demiş. Padişah “ne dedi ne dedi” demiş o da “Yavuz’uma” demiş. Padişah paniğe kapılmış, “tekrar et” demiş her tekrarda bir kese altın vermiş. Hasan Can bakmış ki iş kötüye gidiyor, “Padişahım hazineyi boşaltacaksın” demiş. O zaman padişah durmuş.
Mısır’ın fethine giderken Yavuz Sultan Hazretleri atından inmiş. “Efendim neden indiniz” demişler. O da “önümde Cenab-ı Peygamber bana yol gösteriyor, nasıl atın üstünde giderim” demiş. Vüzera ve etba da inmişler aşağı.
Bir gün Kırkıncı Hocama bir adam gelmiş, “hocam bir erkek bir kadınla iktifa etmemeli” demiş. Hoca Efendi “aman sus anan duymasın” demiş. Adam birden yumurta gibi kırılmış sus pus. Hocam, olayı anlatırken “gelirken kavak gibi dik ve mağrur, giderken başı aşağıda” anlamında “gelirken bele giderken bele” derdi.
Doktoram bittiğinde beni Erzurum’a almadılar. Üzüldüm, bizimkiler isteseydi olurdu. Ama ben Diyarbakır’a gittim. Çok zor çektim, nerdeyse PKK’nın zulmünden, kimsesizlikten ayda bir kurban kestim yıllarca. Zamanla alıştık herkeste bize alıştı, sevdiler bizi, yaptıklarımız dillere düştü. Hocam’a gitmiştik iki arkadaşla. Hocam onlara “Bu keçeli bir zamanlar saçlarımı ağarttı, şimdi de yüzümü ağartıyor” demişti. Özellikle hizmetin tavanı seydalar beni ona anlatmışlar, Hocamın göğsü kabarmış.
Her namazdan sonra ders okutur ve dinlerdi, pek konuşmaz, eğer grupta yeniler varsa anlatmak için örnekler verir tam bir şenliğe çevirirdi ortalığı. Mizah ile anlatımı birleştiren bir edası vardı, örneklemeler de mizahı çok başarılı idi. Özellikle ani mantık yorumları çapıcıydı, Necip Fazıl onu dinlemiş ve “Mantık küpü" demişti.