Derler ki, bedeli ödenmemişse cennet bile tat vermezmiş. Belli ki bu yüzden dünya sınanmasından geçiriliyoruz. Zahmetin imbiğinden damıtılıyoruz. Bizim de emeğimiz olsun isteniyor cennetimizde. Terimizin kokusu sinsin göğüne. Nefesimizin izi olsun mevsimlerinde. Anlatacak hikâyelerimiz olsun cennette. Hazır bulanlar huzur bulamaz. Cennette bile. Zahmetle erişilmeli rahmete…
Elimdeki kırmızı kitaplara bakıyorum şimdi. Kütüphanemin raflarında ilgi bekleyen Sözler’e, Mektubat’a, Lemalar’a. Şualar’a göz kırpıyorum uzaktan. Aylardır çantamda gezdirdiğim Mesnevi-yi Nuriye’nin kapağını okşuyorum. Bedelsiz duruyorum Risalelerin yanında.
Abdullah Yeğin’in Risale müellifini ilk tanıdığı günkü yaşından tam kırk yıl yaşlıyım. Onunla aynı yaşlarda tanıdım Risale’yi; onlu yaşlarımda. Kendi paramla ilk Sözler’imi aldığımda, Ankara Hacıbayram’daydım. Yasaklı değildi Sözler. “Nur ayini yapmaktan” tutuklanma dönemi geride kalmıştı. Risale yazıyor diye idam sehpalarına götürülen, aylarca sorgusuz sualsiz hapsedilen son şahitlerin çektiklerini sadece satırlarda okuyorduk. Kur’ân uğruna parmaklıklar ardına kalmalara dair bir hikâyem yok… Hikâyesi olanlar sayesinde hikâyem yok…
Şimdilerde hikâyesi olanları, hikâyelerini anlatacakları yere, ahirete gönderiyoruz. Hikâyenin bir ucuna kendimizi bitiştirmekle yetiniyoruz. Gördüğü biricik mevsim yaz bahar olan bizler, acele edip kışta gelmiş olanların üşümesini edebiyat konusu biliyoruz. İçinde olsaydık o kışın donup kalırdık. Soğuğu vursaydı yüzümüze, bir köşede ümitsizliğe yenilirdik. İktidara yaslanmaktan vazgeçenlerin, takiyye külahına sarılıp rejimle kol kola yürüme yoluna sapmayanların, soğuk hücrelerde imanın selameti için titreyenlerin çatlak dudaklarından miras kaldı bize bu ılık mevsim.
Hiç akla gelmez çapraşık sorularla, derde deva olmaz geviş getirici başlıklarla reyting tezgâhında boy gösteren şöhret düşkünleri Abdullah Yeğin’in sessizliğini anlar mı? Hızır’ın yanında Mûsa ile yürümenin zahmeti ağır gelince, kendine Hızır makamını yakıştıranlar, unvan derdine düşüp insanüstü hallere kaçışanlar, bir sigara kâğıdına binbir zahmetle yazılmış cümlelerin sonunda sessiz nokta diye bir ömür beklemeyi nereden bilir?
Hazır buldukları yetmiyormuş gibi, üstüne çıkıp tepinerek gözden düşürdükleri İslam birikiminin kanla kazılmış hafriyatında, canla yazılmış ilk sayfalarında 12-13 yaşlarındaki Abdullah’ların emeğini hatırlayan olur mu? Kur’ân’ın itibarı üzerinden siyasal iktidarda mevki edinmeye çalışanlar, Said Nursi’nin adını marka diye gasp edenler Kastamonulu Abdullah’ın göğsüne bastırarak sakladığı, idamlıkların arasından geçerek savunduğu Kitab’ın yanında durmanın bedelini öder mi?
Yok yok, böyle olmayacak… Uzaktan seyrettikçe, sadece yazısını yazacağız o kahramanların. İçinden geçtikleri acının sayfa üzerinde üç harflik bir detay olduğunu sanmaya devam edeceğiz.
Ayağına değil yüreğine vurmuş nasırların acısıyla susan isimsiz kahramanların hikâyesini yeni baştan yaşamak, ah, mümkün olsaydı! Ayaklarımızın altına omuz vermiş kış yolcularının yüreğinde gezinmek mümkün olsaydı?
Çare yok, şu şiiri onların ağzından kendimize okumalı şimdi:
Yaz güneşi biriktirdi biriktirdi/Sonbahar yapraklarda delirdi/Kış derin çizgileriyle devrildi/Bahar gül tanklarıyla çiçek çağlayanlarıyla belirdi/Ve bir bahar günü doğdun sen (Sezai Karakoç)
Bir de o meşhur şarkıyı tersinden söylemeli, hemen şimdi.
Yaz gülleri gibiyiz/Hiç kış yaşamadık ki/Ya direnmeyi bilmedik yıllarca/Ya direnmekte geç kaldık.
Şimdi delicesine/Direnmek istesek bile/Yaz rehaveti çökmüş üstümüze/Direncimiz sınanmış değil bile