Bütün intibak kabiliyetini tüketmiş ve dahi gereksiz yerlerde harcamış bir talihsiz ve zavallı. İçerisine dâhil olmak istediği gruplar ondan her şeyini, en mahrem olan tarafını, yani düşünme özgürlüğünü bile kolayca harcamasını, feda etmesini istiyorlar. Onun da en büyük haysiyeti ve bizâtihi namusu kendi öznel düşüncesi. Toplumsallaşmadığı, daha doğrusu yığının içine karışmadığı için ayıplanıyor, itilip kakılıyor.
Her kurumsal yapı yeni bir üye kazanmak sevinciyle onu kendi aralarına almaya, kendi saflarına doğru çekmeye çalışıyor. O ise ezelden beri tutkun bağımsızlığına. Büyük üstad Bediüzzaman Said Nursi ağır baskılar altında dayanmayıp “ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam” diye feveran ediyordu. Düşündüğü için özgürlüğü elinden alınmıştı çünkü. Hürriyet, neden sadece kanaat önderleri ve üstatların hakkı olsun ki? Öyle değil tâbii ki. Tabilerin, yani bizlerin de bu tabii duygudan nasiplenmesi ilahi adalete daha uygun düşmez mi?
Bağımsız düşünce ve yaşama arzusu İblis’in amansız tuzaklarından biri, kurumsal yapılar nezdinde. Fedakârlıklar hiyerarşisi içinde en üst katmanda “kişisel düşüncesinden vazgeçme” şıkkının bulunması, düşüncenin onlarca ne menem bir şey olduğu hakkında az çok bir fikir verir bize. “Kendi fikrini bırakıp mürşidinin fikrine tabi olma” hiçbir mürşidin yapmadığı ve istemediği bir şey. Tarihin diyalektik seyri içinde her grup ve inanç bağımlısı tarafından bağımsız düşünmenin büyük ve amansız bir rakip olarak kabul edilmesi veya öyle algılanması, haysiyetten azıcık nasibi olan her çilekeş zekanın üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken vahim bir durum.
“Düşüncenin kuduz köpekler gibi kovalandığı”nı haykıran “Mağaradakiler” yazarını kaç kişi anlayabildi bu ülkede? Onu en ziyade sahiplendiğini iddia eden yapılar -ne yazık ki- ondan en ziyade uzak bir yerde duran yine aynı yapılar. Ne garip! Bütün olumsuzluk ve aksaklıklarına rağmen bir parçanız, mevcut herhangi bir gruba dâhil olup rahat etmek, rahatlamak ister. Düşünmeyi üzerinden atmak, başkasına havale etmek, sakinleşmek ve topluma ait yararlı bir yurttaş olmanın verdiği güvenin tadını çıkarmak ister, sonuna kadar. Zira düşüncenin ana rahmi olan “yalnızlığın hınzır uğultusu” öyle her insanın kaldırabileceği veya çekebileceği cinsten bir hal değil.
Toplumsallaşmak, herkesleşmek yanıltıcı ve ayartıcı bir tatmin duygusu verir kişiye. Tek başına kalmak, tekleşmek, yani kendi hakikatiyle dolayımsız ve aracısız bir ilişkiye girmek, en büyük korkusudur onun. Bu tarif edilemez garip korku onu toplumun asude ve güven aşılayıcı kucağına iter. Yunus’un “İçeru” diyerek arifane bir basiretle işaretlediği benlik hakikatinin yamacı bile yüreğini hoplatmaya yeter onun.
Oysa “soylu düşünce” yalnızlıkla eş bir kaderi paylaşır. Hz. Musa (as) Tur-i Sina’da yalnızdı, Hz. İsa (as) Kefernahum’a yakın bir dağın yamacında yalnızdı, Hz. Meryem (as) yalnızdı, Hz. Zekeriya (as) masumane bir yalnızlık içinde kıvranıyordu, Hz. Muhammed (asm) Cebel-i Hira’da yalnızdı, Sokrat Atina sokaklarında bir başınaydı, Buda bir ağaç altında kendisiyle başı beladaydı, Gazzâli Şam Ümeyye Camiinin minaresinde yalnızdı, Said Nursi Yuşa Tepesi’nde yalnızdı, Nietzsche Norveç dağlarında sefil ve kahredici bir yalnızlık içinde çırpınıyordu. Neden? Çünkü kitle düşmandır düşünmeye, yani yalnızlığa.