Kıtmir denince aklımıza ne gelir? Ashab-ı Kehf'in köpeği değil mi? Evet doğru. Fakat Kur'an okumalarımızda Fatır Suresinin 13. Âyetine gelince, meselenin farkına vardık. Kitmir bir köpeğin özel ismi ama anlamı farklı. Hem de bizi bir tefekkür yolculuğuna çıkaracak kadar farklı. Hani bazen nefsime bizzat, size de tarizen söylediğim sathî okumayalım diye, işte kendimi yakaladım ve nefsime bir hayli de sitem ettim.
19. Mektub'un 18. İşaretinde Kur'an'ın mucizeliği dört yönden incelenirken Üstad, gözlü tabaka için birçok örneğin yanında Kehf Suresindeki "ve sâminuhum kelbuhum" kelimesindeki sekizinci olarak sayılan 'kelbin' isminin Fatır Suresinindeki 'kıtmir' kelimesi ile az bir inhirafla aynı hizada olduğunu ifade ediyor. Zahmet edip bunun sağlamasını yapmışız, hatta derslerde okumuşuz. Fakat o âyetin bir mealine bakıp da 'kıtmirin' ne anlama geldiğine bakmamışız.
Evet, kıtmire geçmeden önce yine aynı yerde, çok zaman kendi kendime sorup durduğum "Kur'an'ın sure tertibi nasıl olmuştur?" sorusunun cevabını da Üstad, "İşte tertib-i Kur'an irşad-ı Nebevî ile, münteşir matbu Kur'anlar ilhâmî İlahî ile olduğundan Kur'an'ın nakşında ve hattında bir nev'i alâmet-i icaz vardır. Çünkü o vaziyet ne tesadüfün işi ne de de fikr-i beşerin düşünüşüdür" cümlesi ile veriyor.
Kur'an gibi vakti bitmeyen, ebedî ve dâimî, diğer mucizeler gibi sönmeyen ve zaman geçtikçe gençleşen bir mucizenin hattında (yazılışında) fark edilen mucizevi tevafuk gibi, başka yönleri de yine zamanla anlaşılacaktır.
Bir yönüyle fıtratın kemâli, vicdan ve istirahat-ı kalbin nuru olan Kur'an, en âmî okuyucudan en dâhî bir feylesofa kadar ders verip talebelerine kemâl kazandırdığı gibi, bu Kur'an'ın dinleyenleri hiç usandırmaması, hiç rahatsız etmemesi, ezberi zorlaştıran birbirine benzer ve karıştırılmaya müsait birçok âyetine rağmen, dünyada kolayca ezberlenen yegâne kitap olması; hatta işitmesi olmayıp kalpsiz, ilimiz, yalnız gördüğünü çözebilen insan tabakasına da bakan mucize yönlerinin bulunması, onu emsalsiz kılmıştır. İşte bu mucize yön de Kur'an'daki bazı tevafuklardır. Yani özellikle "lafzullahların" ve bazı âyetlerin aynı sayfada alt alta ya da değişik sayfalarda üst üste denk gelmesidir.
Kur'an'la ilk tanıştığımda, sırrını çok sonradan çözdüğüm iki şeyi merak etmişimdir. Birincisi, fiyatının değil de hediyesinin bedelinin yazılması; ikincisi de çoğunun başına "âyetberkenardır" notunun düşülmesiydi. Çok sonra anladım ki "hediye" kelimesi, Kur'an karşılığında alınan paranın direk Kur'an'ın değil de kağıt ve diğer masraflar karşılığını ifade etmesi; berkenar meselesi ise, biraz uzun bir hikayeye karşılık gelmesiydi. Zira önceden yazılan Kur'an nüshalarında âyetler sayfa ve satır sonlarında bitmiyor. Diğer sayfaya da taşabiliyordu. Bu da Kur'an'ın hıfzında sıkıntı oluyordu. Bilinen zamanlarda 17. Yüzyılda yaşayan büyük Hattat Hafız Osman, ilk defa "ayetberkenar" (bütün âyetlerin aynı sayfada bitmesi) Kur'an yazmış ve bu Kur'an 1800'lerde çokça basılmıştır. Hafızlarda da bu kolaylık olmuştu. Hat sanatında çok ileri olan Hafız Osman'ın meşhur bir "kayık ücretli olarak vav yazma" hikayesi de anlatılır.
İşte Üstadın hususî Kur'an'ı da bu Hafız Osman hattı olan 'âyetberkenar' olanlardandı. Üstad, elinde olan bu Kur'an'daki tevafuku (lafzullah ve bazı âyetlerin alt alta ve üst üste denk gelmesi) fark ediyor ve bunlara işareti koyarak, tevafuku görünür kılıyor. Aynı durumu diğer nüshalarda da görünce, "Umumunda tevafukat matlûb olduğuna kanaatimiz geldi" ifadesini kullanıyor. Devamında ise, "Bunda bir şule-i i'caz (mucizeli ışık) parlıyor. Çünkü fikr-i beşer bu pek geniş sayfayı ihata edemez ve karışamaz. Tesadüfün ise, bu mânidar ve hikmetdâr vaziyete eli ulaşamaz" notunu düşüyor. Hafız Osman hattında (yazmasında) olduğu gibi, tek bir sayfadan ibaret ve borçlanma âyeti olarak bilinen Bakara Suresinin 282. müdayene âyeti, bir sayfa; İhlâs Suresi de tek bir satır ölçü alınarak yazılsa, Kur'an'daki o nakş-ı i'cazın (yazımındaki mucizeliğin) ortaya çıktığı görülüyor. Üstad, böyle bir Kur'an'ın yazılma düsturlarını keşfedip ortaya koyuyor ve bunun yazılıp basılmasını da nurların intişarı gibi birinci gayesi yapıyor.
İşte mucizeli ya da tevafuklu Kur'an dediğimiz bu Kur'an'daki bazı tevafuklara, 19. Mektubun 18. İşaretinde yer verilmektedir. Bunlardan biri de girişte işaret ettiğimiz Kehf Suresinin 23. Âyetinde ve Kur'an'ın 195. sayfasının 6. satırının başında geçen "sekizincisi köpekleridir" mealindeki âyette işaret edilen köpeğin isminin, 435. sayfadaki Fatır Suresinin 13. âyetinin 7. satırının başında geçen "kıtmir" kelimesine çok az bir inhirafla (kaymayla) denk gelmesidir. Yine aynı yerde Yasin ve Saffat surelerindeki tevafuk eden bazı âyet ve kelimelere de yer verilmektedir.
Bu ölçü, dikkat ve titizlikle hatta âyetlerin mânaları da dikkate alınarak bazen bitişik bazen de seyrekçe yazılan Kur'anlar incelendiğinde, Kur'an'ın belki de "Levh-i Mahfuzdaki" hâlini görüp Kur'an'ın mucizeliğini ve güzelliğini bu yönüyle de görebiliriz.
Bu uzun girişten sonra, başta işaret ettiğimiz gibi çok okuyuşumuzda bakmadan geçtiğimiz "kıtmir" kelimesinin derin ve bir o kadar da ibretli anlamına geçebiliriz. Kıtmirin son kelime olarak geçtiği Fatır Suresinin13. Âyetinin sonunun meali şöyle: "Mülk O'nundur. O'ndan başka yalvarmakta olduklarınız ise, bir çekirdek zarına (kıtmire) bile sahip olamazlar." Yani 'kıtmir' Arapçada bir çekirdek zarına verilen isim.
Rabbimiz bu âyette kıtmire (çekirdek zarına) bile sahip olamayan, onu yapmaktan ve çekirdeğe sarmaktan âciz olan insanı ikaz ediyor. Ve nazarların mülkün hakiki sahibine çevrilmesini istiyor.
Bu âyet ayrıca bana, 20. Mektuptaki "Acaîb-i sanat ve garâib-i hilkat noktasında cüz'iyat, külliyattan geri değil; çiçekler, yıldızlardan aşağı değil; çekirdekler, ağaçların gerisinde değil... Ve hilkat-i insan, (insanın yaratılışı) hilkat-i âlemden (alemin yaratılışından) daha aciptir" hakikatlerini hatırlattı.
Ayrıca "Küçük, büyük kadar sanatlıdır. Belki sanatça bazı küçük, büyükten daha büyüktür" tespitinin de böyle onlarca âyetten süzülmüş bir mânaya işaret ettiğini anladım. Gerçekten madde inceldikçe, sanat büyüyor. Bir fil veya sivrisineğin hangisinin hortumu daha sanatlı ya da delinmesi daha zordur? Aynı karşılaştırma, sivrisineğin gözü ve güneş için ya da pirenin midesi ve güneş sistemi için de yapılabilir. Madde inceldikçe, sanat büyüyor. Fakat kudret-i İlâhiyeye göre, küçük ve büyüğün ince ya da kabanın farkı yoktur elbette.
Yine 20. Söz'de geçen Hac Suresinin 78. Âyeti var ki "kıtmir" âyetinin, canlılardan verilen bir benzer örneğidir." Allah'tan başka kendilerine yalvarıp yakardıklarınız var ya hepsi bunun için bir araya gelseler bile, bir sinek yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapsa; onu da ondan kurtaramazlar, geri alamazlar. İsteyen de âciz kendinden istenen de." Büyük ve ilerlemiş teknoloji, sinek kadar küçük, dünya kadar büyük uçak yapılmadığı gibi; sineğin kaptığı bir şeyi geri almaktan âciz. Sinek bu hâliyle beşere mânen: "Beşerin cüz'i ihtiyari ile kesbedilen (kazanıp sahip olunan) bütün ince sanatlar ve nâzik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince sanat ve nâzenin cihazlar kadar acip olamaz" şeklinde meydan okuyor.
Yani beşer, bir kıtmire (çekirdek zarına) gerçek anlamda sahip olamadığı gibi, bir sineğe veya sineğin kanadına da icat ve sanat eseri cihetiyle sahip olamaz. Hatta kopan bir kanadı dahi yerine dikip monte edemez. Demek bir zar ya da sinek deyip geçmeyelim. Rabbimiz nice âyette böyle dikkatimizi çekmekte, binler âyetiyle bizi, "Bir muntazam şehir, bir muhteşem saray, bir mücessem mânidar kitap, bir cismanî ve her âyeti hatta her bir harfi ve her bir noktası mucizekâr bir Kur'an hükmünde" olan kâinat kitabını mütalaaya davet etmektedir. Biz burada ikisine işaret etmiş olduk.
Evet dostlar, kâinatta bir şeye müdahale edemediğimiz gibi, kendimize ait sandığımız vücudumuza da müdahalemiz yoktur. Ne kendiliğinden kapanan göz kapaklarımıza ne de dökülen saçlarımıza sahip çıkamadığımız gibi, vücudumuzda cereyan eden binlerce, milyonlarca faaliyetten de haberimiz yoktur. Haberimiz olmadan bir makine gibi çalıştırılan kâinatın ve vücud makinenizin sahibine teslim olmaktan başka çaremiz de yoktur.
Selam ve dua ile.