Her yılın, kuzey yarımküresinde günlerin en kısa hale geldiği Aralık ayının 22. günü yaklaştıkça, Rabbimizi bize tanıtan üç büyük, küllî muarrifin ilki olan “Kâinatın büyük kitabı”na dikkatimin ve düşüncelerimin yoğunlaştığını fark ederdim. Son yıllarda ise bu düşüncelerime bazen “kıyametin vakti” konusunda, bir üniversite öğrencisinin sorusuyla ilgili düşüncelerin ve yorumların refakat ettiği de oluyordu.
***
2012 yılı Aralık ayındaki bir Cumartesi gününde, bir vakfın burs verdiği üniversite öğrencileriyle yaptığı kış dönemi toplantısına davetliydim. Benden başka davetli çeşitli yaş ve meslektekiler değişik mevzulardan bahseden konuşmalar yaptıktan sonra, öğrencilere de soruları olup olmadığı sorulmuştu. Aslında, o toplantıdaki soruların konuşmalarla ilgili olması gerekirken, bir öğrenci yapılan konuşmalarda hiç bahsi geçmediği halde o toplantının sonunda;
“-21 Aralık 2012’de kıyamet kopacak mı?” sorusunu da sormuştu. O soruyu sormasının sebebi de, “Mayalar” denilen çok eski bir kavmin yapmış olduğu takvimde 21 Aralık 2012’yi “Kıyametin Vakti” olarak bildirmiş olmasının, o tarih yaklaşırken medyada bahis konusu edilmesiydi.
Ben, o toplantıda bu sorunun sorulmasına biraz hayret etmekle beraber, cevapsız da bırakmamak gerektiğini düşünmüştüm. O toplantıda “israfsızlık” mevzuunda bir konuşma yapmıştım. Bir öğrencinin kıyametin vaktiyle ilgili o sorusuna toplantıya katılanlardan cevap veren olmayınca da ben “israf” konusunda yapmış olduğum konuşma çerçevesinde bir cevap vermeyi uygun görmüştüm. Vermiş olduğum o kısa cevap şöyleydi:
“Kıyamet; ‘Küçük Kıyamet’ ve ‘Büyük Kıyamet’ olmak üzere iki çeşittir. Küçük kıyamet; insanın ölümüdür. İnsan ölünce, onun küçük kıyameti kopmuş olur. Ecel vakti de belirsiz olduğu ve ölüm, yani insanın ‘Küçük Kıyamet’i her zaman gelebileceği, hergün yüzbinlerce insan bu dünyadan küçük kıyametleri olan ölümle ayrıldığı için, öncelikle ve bilhassa onunla ilgilenmek, ona hazırlanmak ve en kıymetli sermayesi olan ömür müddetini israf ile ebedî ve telafisi mümkün olmayan bir iflas ve zarar haline girmemek lâzımdır.”
O toplantıdaki, “kıyametin vakti” konusunda sorulana vermiş olduğum yukarıdaki çok kısa cevaptan başka, bu konuda söylenebilecek başka şeyler de elbette vardı.
* * *
“Hayat dediğimiz hâlât (haller), içinde bulunduğumuz andan ibarettir.” (Bediüzzaman Said Nursî)
Işıklı bir nokta hareket ettirilirse, ışıklı bir çizgi gibi görünür; ona “ışıklı bir çizgi” olarak değil; “ışıklı bir noktanın hareketinin sonucuyla ilgili bir şekil” olarak bakmak daha doğru olur. “Hayat çizgimiz”, bu misaldeki “ışıklı çizgi” gibi, içinde yaşadığımız an da, bu misaldeki “ışıklı nokta” gibidir ve “içinde yaşadığımız an”, hayatımızın asıl gerçeğidir.
O halde yaşamak, aslında içinde bulunulan anı yaşamaktır. Bunun ne derecede farkındayız ve bu farkında oluşumuzla bu gerçeğe ne derecede uygun ve doğru yaşıyoruz?
Bu konuda bir “nefis muhasebesi” yapmamızın, bize büyük lüzumu ve faydası vardır.
* * *
Düz bir çizgi çizelim. Bu çizgi üzerindeki bir noktayı sağa doğru hareket ettirelim. Bu hareket eden nokta, çizginin sol ucundan hangi hızla uzaklaşırsa, çizginin sağ ucuna da aynı hızla yaklaşmış olur.
Bu misale benzer şekilde, dünyada yaşarken “ömrümüz, zaman çizgisi üzerinde hareket eden bir nokta” gibidir, O nokta gibi, bir başlangıçtan bir sona doğru gitmekte olduğumuzu düşünecek olursak, dünya hayatımızın sonuna doğru yaklaşma hızımız da, bu hayatımızın başlangıcından uzaklaşma hızımız kadardır. Diğer bir ifadeyle: Geçmiş bizden ne kadar hızla uzaklaşıyorsa, gelecek bize o kadar hızla yaklaşmaktadır!.
* * *
İnsanların büyük çoğunluğuna dünyadaki hayatlarında, “tevehhüm-ü ebediyet” denilen bir hal refakat eder. Yani, insanlar kendilerini, “dünyada ebedî kalacakmış gibi” düşünmek isterler.
Bazıları bunun da ötesinde, dünyada ebedî yaşamanın çeşitli çarelerini araştırırlar!.
Bunun sebeplerinden biri de, Allah’ın tüm insanlara bu dünya hayatlarından sonraki âhiret hayatlarında –çeşitli şartlarda- ebedî hayat vereceği için, ebedî yaşamak isteğini de insanların içine koymasıdır. Çünkü “Vermek istemeseydi, istemek de vermezdi”..
“Ebedî yaşamak isteği”, Allah tarafından onun veriliş maksadına uygun olarak, âhiret hayatı için sarf edilmeli ve âhirette her insan için kaçınılmaz olan “ebedî hayat”ın levazımatını -başta iman ve namaz olmak üzere- bu dünyada hazırlamaya, her şeyden daha fazla önem vermelidir.
* * *
“Büyük Kıyametin vakti” mevzuunda; bir söz okunduğu veya dinlendiği zaman, onu kimin söylediğine, kime söylediğine, ne söylediğine ve hangi makamda söylediğine dikkat etmek gerektiğine dair mühim kaideyi göz önüne alarak o söz değerlendirilmelidir.
21 Aralık 2012’de Büyük Kıyamet’in kopacağını kim söylemiş? Maya’lar. Kimdir bu Maya’lar, onların sözlerine ne derecede itimat edilebilir ve inanılabilir; düşünülmesi gerekir. Müslüman olanların, Maya’ların veya başkalarının değil; “Allah ne diyor, onun Resulü (asm) ne diyor, Allah ve Resulünün dediklerini bize nakleden hakikî âlimler; Allah Resulünün (asm) ilmî vârisleri ne diyorlar?” onları merak etmek, onlara değer vermeleri ve onlara itibar etmeleri gerekir!.
* * *
Kur’an-ı Kerîm’in 54. Sûresi Kamer Sûresi’dir. Buna “İktarabet Sûresi” de denilir (“İktarabet”in lügat manâsı “yaklaştı”dır). Bu sûre, Mekke döneminde nazil olmuştur. Bu sûrenin ilk âyeti, sadece birkaç kelime ile çok vecîz olarak, çok mühim iki konudan bahsetmektedir: Peygamberimiz’in (asm) Kur’an’dan sonra en büyük mucizesi olan “ayın yarılması mucizesi” ve “kıyametin vaktinin yaklaştığı”. O âyet şöyledir (mealen): “Yaklaştı saat, yarıldı ay.”
Bu âyette “saat” kelimesiyle kastedilen “Büyük Kıyametin vakti”nin yaklaşmış olduğunun bildirilmesi üzerine, sahabe-i kirâm “Büyük Kıyametin vakti” hakkında Peygamberimiz’e (asm) sorular sormuşlardır.
O sorularla ilgili olarak, A’râf Suresi 187. âyetinde (mealen) şöyle denilmektedir:
“Sana kıyametin ne zaman geleceğini sorarlar. De ki: ‘Onun ne zaman geleceğine dair bilgi yalnız Rabbimin nezdindedir. Vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O kıyamet öyle bir meseledir ki, ne göklerde ve ne de yerde ona tahammül edecek hiç kimse yoktur!’ O size ansızın gelecektir. Sen sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: ‘Ona dair gerçek bilgi yalnız Allah’ın nezdindedir; ama insanların çoğu bunu bilmezler.”
“Büyük Kıyametin vakti” konusundan da bahseden Lokman Sûresi’nin 34.(son) âyeti (mealen) şöyledir:
“Şüphesiz Allah ki, kıyamet (vakti) hakkındaki bilgi ancak O’nun katındadır. Ve yağmuru (O) indirir. Rahimlerde olanı da, (O) bilir. Ve hiç kimse yarın (amel cihetiyle) ne kazanacağını bilemez. Hem hiç kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz, Allah Alîm(sizin bilmediğiniz her şeyi bilen)dir, Habîr(her şeyden haberdar olan)dır.”
Risale-i Nur Külliyâtı Lem’alar adlı eserdeki 16. Lem’ada bu âyetle ilgili olarak şöyle denilmektedir:
“… ehl-i ilhad tarafından tenkid sûretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i mâderdeki cenînin keyfiyetine i’tirâz edilmiş. Demişler ki: “Rasathanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzûlü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuaiyle rahm-i maderdeki cenînin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla’ kabildir?’
Elcevab: Yağmurun vakt-i nüzûlü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşîet-i hassa-i İlâhiyyeye ile bağlı ve hazine-i rahmetten husûsi iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakîkat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücûd ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Kudret-i İlâhiyye ve Meşîet-i Hassa-i İlâhiyyeye bakar. Sair masnûatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşîete hicab oluyor. Fakat vücûd, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücûdda en mühim hakikat, rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmayacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, Meşîet-i Hassa-i İlâhîyyeyi setretmeyecek; tâ ki her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubûdiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu ma’lumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyatı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile Dergâh-ı İlâhîyyeye ilticaya mecbûr oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzûlünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir ni’met-i hassa telâkki edip hakiki şükrediyorlar.
İşte bu Âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, mugayyebat-ı hamseye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki aletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehâdete takarrübü vaktinde bazı mukaddematına ıttıla sûretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukua geldikte, veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kable’l-vukuun bir nev’iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarrebü’l-vücudu bilmektir. Hatta ben kendi âsabımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebadileri var. O mebadiler, rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmeyen umûra vüsûle bir vesîle olur. Fakat daha âlem-i şehâdete ayak basmayan ve meşîet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzûlünü bilmek, ilm-i Allâmü’l-Guyûb’a mahsustur.”
Ve “rahm-i mâderdeki cenînin keyfiyeti” hakkında da, “Röntgen şuâiyle rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile وَيَعْلَمُ مَا فِى اْلاَرْحَامِ âyetinin meal-i gaybîsine münafi olamaz. Çünkü: Âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidâd-ı husûsisi ve istikbâlde kesbedeceği vaziyetine medâr olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hatta sîmasındaki gayet acib olan Sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü’l-Guyub’a mahsustur.” denilmektedir. (Risale-i Nur Külliyâtı, Lem’alar, 16.Lem’a)
* * *
15 Asır önce nâzil olmuş o âyetle “Büyük Kıyamet’in vakti”nin yaklaşmış olduğunun bildirilmesi ise, dünyanın o zamana kadarki ömrüne nispeten geriye kalmış olan ömrü itibarıyladır. O âyetin nazil olduğu sırada bugünkü fennî bilgilere göre, dünya 3,5 milyar yıl yaşındaydı. O tarihten 15 asır sonra kıyametin kopacağı düşünülse; dünyanın 3,5 milyar yıllık geçmiş ömrüne nispeten, 15 asırlık; yani 1500 yıllık kalan ömrünün kısalığı (1500/3500000000), kıyametin yaklaştığını bildiren o âyetin hakikatini biraz daha iyi anlamayı kolaylaştırabilir.
* * *
“Cibril Hadisi” olarak bahsedilen Hadis-i Şerif’te bahsedilen Cebrail(a.s.)’in insan sûretine girip Peygamberimiz’e (asm) iman, İslâm, ihsanın ne olduğuna dair sorularına Peygamberimiz’in (asm) verdiği cevaplar, ümmetinin bunları bilmesi için Allah tarafından bildirmesiyle olmuştur. “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusunun cevabını veremeyişinin ise, çeşitli hikmetlerle Allah tarafından cevabının bildirilmemesi ile ilgili olduğu düşünülebilir.
O hikmetlerden belki biriyle ilgili olarak da biz, her an “Küçük Kıyametimiz” olan ölümümüz gerçekleşecekmiş veya “Büyük Kıyamet” kopacakmış gibi, daima ona ve onun ardındakilere hazırlığımızı ihmal etmemeliyiz!.
* * *
Bu hazırlığımızın da, Allah’a ve onun inanmamızı istediklerine hakikî iman ve salih amellerle olabileceği hakikatiyle yaşamalıyız. “Mayalar” adlı, geçmişte kendi “küçük kıyamet”lerini yaşayarak yıllarca önce bu dünyadan göçmüş olan bir kavmin “Büyük Kıyamet”in vakti ile ilgili mesnetsiz ve nazar-ı itibara alınması gereksiz tahminleri tabii ki bizi hiç meşgul etmemeliydi ve o sözlerle ilgili merak ve meşguliyetin de en azından “israf” sayılacağı düşünülmeliydi.