Bir kuş gagasında yavrusunu taşıyor. Eşi altlarından uçuyor, gözleriyle tutuyor onları.. Ardından yılları savuran kanatları eşinin gözaltı çizgilerini dağıtıyor, hava gözbebeklerine doluyor. Yer sallanıyor, insanlar kaçışıyor, ortalık toz duman. Yollarda sabahlıyor insanlar.. arabalar uçuşuyor, ardından koşturuyorlar, insanlar kucaklarında çocuklarıyla kaçıyorlar. Yüksekten her şey darmadağınık görünüyor.
...
Gün yaklaşıyor; bu son şans deniyor, iyi çalışmalısın, kuru koridor, küçük, havasız oda, kalın camlar, büyüteç, boyut değiştiren görüntüler, x,y,z hatta z’ ( z üssü), kim kimin üstüne geçiyor, iç içe küpler birer büyü, akıl, yılgınlığı paylaşmak istemiyor, koyu sarı, bakımsız kitaplar arasından, tozlu sayfalar birbirini izliyor, bir boyuttan diğerine atlıyor, aralarda koca yarıklar var.
...
Sabah mahmurluğuyla esneyen bir kucak kirli sakal, ağza girmiş bıyıkların ucuna yapışmış poğaça parçası, elde kahve fincanı ( içinde votka var ama ), yer yer kararmış, bazı bölgeleri nispeten açık renk gözaltları; dümdüz bir alın, kırlaşmış yağlı saçlar, pantolondan sızan ter kokusu ağır geçen geceden kalan.. sırt ağrısı, bel kasılması, uzun bir arayış ardından ağırlığını taşıyan kırk anahtar arasından biri odanın kapısını açıyor. Hocaaaam diyor bir ses, yanına geliyor (bölüm sekreteri) günaydın, nerelerdesiniz hocam, bölüm toplantısı nerdeyse bitiyor, sizi aradık ama ulaşamadık, ayrıca iki tane davetiye geldi size, Almanya’daki konferans için tebliğiniz ulaşmış, bildirdiler, eşiniz aradı ( yine nerde sızdı kaldı bu dün gece diye soruyor), bir de hocam, pardon hocaaaam bugün bir sınavınız vardı, soruları verecektiniz, öğrenci geldi, sizi bekliyor, sekreterliğin karşısındaki odaya aldım.. peki hocam 10 dakika sonra soruları odanızdan alırım, başka bir isteğiniz var mı hocam, teşekkürler hocaaam.
...
Onbirinci dakika..Arabalar son sürat, kuş ağzında yavrusuyla direniyor, yorgunluk gözlerinden akıyor eşinin, ama son sürat takip devam ediyor, son şansını deniyor, sessiz bir odada yalnız başına, kitaplar kalkıyor, pencereler kapalı, koridordan tek tük insan sesleri, perdenin arasında koşturan insan görüntüleri, dala çarpan kuşlar, ağzından düşen yavruları, sonra geri dönmeyen kuşlar, ardından koşturan eşler, beyaz boş bir sayfa yanında bir sayfa dolusu sorular, kısa ama keskin.. uzun ve meşakkatli cevaplar bekleniyor, iç içe geçen zaman, kurcaladıkça bozulan boyutlar, keskin tavırlar, açılan sonra uçuveren gerçekler.. baloncuklar beynin içinde patlıyor, her patlama acıtıyor, acı kendine yenilerini katıyor, uzakta değil tam içinde bekleyen umutla kuşu takip eden eşi, yavrusunu uzaktan görecek, kağıt dolacak, izahatlar, varsayımlar ilerledikçe çürüyecekler, bir şeyler yazacaklar mecburen, beyin boşalacak, zihin kurcalanacak, her yolda bir umut, gelecek kaygısı dökülen çamurlara yapışacak, birinden diğerine atlayacak, x görünecek, y taşınacak, z uçuracak, z’ ( z üssü ) takip edecek, yavrusu kuşun ağzında uyuyacak, eşi takip edecek...
...
Telefon çalıyor, hocaaam sizi şeydeki dekan arıyor, bağlıyorum efendim (misafir öğretim üyesi olduğu diğer üniversitenin doktora dersi verdiği fakültesinin dekanı), doktora öğrencilerinden birisi seninle ilgili şikayette bulunmuş hoca, benimle yatmazsan doktoranı vermem demişsin, utanmaz herif seni buraya bunun için mi aldık he! ya ne utanmaz adamsın sen, insan kariyerini düşünür, ahlaksız, nasıl profesör oldun sen.. cevapsız arama..
(televizyondaki haberi düşünüyor: ismini hatırlayamadığı bir vakfın –bir bayan ismiydi sanki, başkanı; aydın, doğulu, dindar, bir dava adamı, konferansa giderken, yolda ölmüştü.. uçakta kalp krizi diyorlar.. ne asil bir gidişti, hiç tanışmamıştı ama günlerdir içini kaplayan bir şeyler yaklaştırmıştı duygularını )..
pardon sayın dekanım, telefon kapandı, tekrar deneyelim efendim, lüzumu yok.. ahlaksız!..
...
Gözleri bembeyaz, yorgun, ama hep umutlu, koca bir dağın zirvesi çıkınca, beyin çökünce üzerine, dondurunca zihnin soğukluğu, beyaz sayfalar çekince aşağı doğru, yükselecek, daha da yükselecek, bir kanat kopunca diğeri, o da kopunca ayakları, gövdesi, dağın yollarında arabalar hızla ilerlerken, insanlar sağa sola, vadilerden aşağıya, sonra dindirmeye içindeki acıyı, aradaki bağlantılar kopsa da kalem dolduruveriyor sayfaları, mantıksız, bağlantısız, gereksiz, doğrusuz, çaresiz, elleri zihninin tüm parçalarını son kez resmederek ayrılıyor. Matematik yok oluyor, söz kabarıyor. Sayfanın üzerine çekingen bir dokunuşla ‘kızım için’ yazılıyor, koridorlara yoğun ter kokusu yayılıyor, nem artıyor, kağıdı uzatıyor, çıkıyor.
...
Sınav sonu.. Kağıda bakılıyor, kahve fincanından bir yudum alınıyor ( neydi bu vakfın ismi ya).. kızı mı varmış bunun, sekreter, haaa evet, herhalde, kızım için yazdığına göre kızı var galiba, napıcaksınız şimdi hocam?. (matematik yok, kazandıramam, formülasyon yanlış, işlemler hatalı, bir eğri, kuş, ağzında yavrusu var sanki, altında diğer ekseni kesen başka bir kuş, şişmiş gözleri, altlarda dağılmış noktalar, eğriler, kesişen ama anlamsız, soru bu değil, veriler anlaşılmamış, neyin ispatı bu, uçakta panik, doktorlar çaresiz, neydi bu vakfın ismi ya! ) Sonra odaya giriyor, kahve fincanının dibini temizliyor, tekrar çıkıyor, tamam, sınavı kazandı; içeri giriyor, sonra tekrar çıkıyor. ( Şu camın kenarına düşen kuşu da temizlesinler söyleyin, yavrusu da varmış üstelik ağzında . Neydi bu vakfın ismi ya, bir kız ismiydi ama ) Haaa! hocam Zehra’ymış, kızının ismi, sordum, üç yaşındaymış, resmini gösterdi çok tatlı bir şey, görseniz. Hoşçakalın.