Kısa notlarımı karıştırırken, Şener Dilek abinin dersinden aldığım başlıktaki cümleye takıldım. Kökler, Nakşî (gizli, hafi) yapraklar Kadirî (açık, cehri) zikrediyor. Ağaca böyle hiç bakmamıştım doğrusu. Fakat açık ve gizli zikirde olan sadece yaprak ve kökler mi? Denizin dibinden, toprağın bağrına; sessizce uçan milyonlarca yıldızdan, sesleri gökyüzünde şimşekler ile buluşan kuş seslerine kadar Kadirî ya da Nakşî olmayan mahluk mu var ki? Leyli olup gecenin sessizliğinde mevcudat namına kaside okuyanlardan tut, ağaç minberinde rahmete sözcülük yapanlara kadar hepsi, gafletle pas tutmuş kulaklarımıza hususî sesleriyle, kalpleri ile hem birbiriyle anlaşır hem de "yüksek avazlarıyla ile latif nağamatlarıyla" Fatır-ı Zülcelallerini bir nevi zikir ve tesbih ederler. Ne kadar muazzam, farklı ve hakikatli bir bakış açısı değil mi? Bu bakış açımızı ağaç özeline indirelim biraz.
Siz ağaca nasıl bakarsınız? Köklere hiç indik mi? Ya yapraklar? Yaprakları daha çok süprüntü malzemesi olarak görüyoruz şahsen. Kök ise nazarımıza bile çarpmıyor belki. "Kavak ağaçlarını zikir halkası" olarak gören göz, yaprakların kıpırdanış ve hışırtılarını ise, "cezbedarâne ve cazibekârâne" zikir olarak görüp gösteriyor. Şener abi ise, bu zikre Kadirî zikir diyor. Çünkü raks var. Yaprakların bu raksları ve devamındaki ayrılıkları, hangimize kâinat dolusu ayrılıkları "kâinatın süslü perdesi" arkasındaki kayboluşları hatırlattı. Üstadın Denizli Şehir Otelinden seyrettiği kavak ağaçları ve raks eden yaprakları, ona bunları hatırlatıyor. Fakat kendisini üzen ve ona ayrılan yapraklar adedince hüzün yaşatan bu hâle, milyonlarca feyzin kaynağı olan hakikat-ı Muhammediyenin (ASM) getirdiği Nur'un bu hâle temas eden "Madem Allah var ve ilmi ihâta eder. Elbette adem (yokluk), idam, hiçlik, fena... ehl-i imanın dünyasında yoktur" hakikati çare oluyor.
Yaprak da dahil her şeyi kardeş gören ve onların yenilerine yer açmak için geçici ayrılıkları bile rikkatine dokunan bir insan için en büyük teselli, "Kimin için Allah var, ona her şey var. Kimin için yoksa, her şey ona yoktur, hiçtir" cümlesindeki hakikatten başka ne çare olabilir ki? Küçük bir yüzüğünün kaybında dünyası yıkılan insanın kaybettiği gençliği, gücü kuvveti, çaresizliğinde hiçbir şeye yaramayan mal ve mülkü, kaybettiklerinin hangisinin yerini doldurabilir? Yaşlı, hasta veya bîçare haldeyken, o zamana kadar onu yaşatan, misafir eden, nimetleriyle perverde eden Zât-ı Kerime ilticadan başka çare mi var?
Risale-i Nur'da çok orijinal benzetme ve yakıştırmalar var. Mevzu ağaç ve yapraktan açılmışken, ağaç dallarının ellere benzetildiği Birinci Sözdeki "Her bir ağaç, hazine-i rahmetten ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor" cümlesini hatırlayalım. Ağacın kendisini uçan mahlukatın minberine benzeten üstad, dallları ise "ellere" ve "tablacıya" benzetiyor. El ama nasıl el? Rahmet hazinesinin doldurduğu el. Ortada insana bakan bir şefkat ve merhamet var. Biri, insanı tanıyor ve meyveleri uzatıyor. Bu şefkat ve merhameti ya ağaç ve ağacın dallarına veya onları bir el ve tablacı gibi kullanan, bizi tanıyan bir Zâta vereceksin. Üçüncü tercihin yok.
Nebat, ağaç ve otların kökleri ise ipeğe benzetiliyor. Hani kökler, gizli zikir ehliydiler ya. Zikir ve faaliyetlerini görmüyoruz ama ipek gibi yumuşak hâlleriyle sert taşı, toprağı deldiklerini, buldukları çamur ve karışık gıdaları dallara gönderdiklerini biliyoruz. Ağacı toprağa çakılı tutup âdeta tevekkül dersi vererek, onlara "Siz oturun, durun, hayvanat gibi hırs göstermeyin, biz size muhtaç olduğunuz gıda ve suyu göndeririz." diyorlar. Yaprağın ve dalın, ağaçtan çıkıp gökyüzüne uzanması gibi, o nâzik kökler de yeryüzüne doğru ve ters istikamette ilerliyorlar.
Yaprağı yakmaması için sıcaklığa sınır koyan emir, bu sefer köklerin kolayca intişarı için toprağa da köklere kolaylık gösterin emrini veriyor. O emir karşısında taştan su akıttığı gibi, ince, nâzik kökler de bu emirle taşı deliyor. Nâzenin yapraklar da yeşil kalıyor.
Yaprak, çiçek ve neticede meyve odundan ihraç ediliyor. Fabrika odun. Bir elma ağacı ve emsalleri fabrika gibi çalışıyor ve gerçek meyveleri imal ediyor. Üstad bunu "o ağacın içindeki makinesi ise, öyle muntazam ve mükemmel ve mucizatlı fabrika, bir tezgâh, bir kimyahane..." harika bir benzetme cümlesi ile anlatıyor. Ağaç bir fabrika, tezgâh ve kimyahane aynı zamanda. Aynı zemin üzerinde bir bahçede nar, elma, portakal ağaçları düşünelim. Kökler, kendisine göre bir minarel seçimi ve oranlaması yapıyor. Acaba kaç kimya mühendisi bu işi yapabilir? Hem de sessiz, artık bırakmadan. Hatta bizim attığımız karbon gazını tüketerek, bizim için yeni, hayat öpücüğü havayı imal ederek yapıyor bu işi.
Hani biraz tembel ve anlayışsız kafalar için "odun kafalı" tâbirini kullanırız. Odun içinden çıkanlara, odunun bunlarla mazhar olduğu işlere bakınca, ne garip bir ifade diyesim geliyor. Şeytan "Onun sanatı, beşeri sanatına benzemiyor, kelâmı da benzememeli." diyor ya. Buna misâl olarak benim aklıma ilk önce "odun" geliyor Acayip bir mucize odun ve odundan çiçek, yaprak ve neticede meyvenin ihrac olması.
Toprak oduna dönüyor, döndürülüyor. Biri gizli, biri açık zikrini yapmak üzere kök aşağıya, yaprak yukarıya doğru uzatılıyor. Yani çamuru, çamurla alakasız şeyler ile birleştirip bal, şeker ve bunları bir arada tutacak et üretmek açık ve acip bir mucize değil mi? Bunun gibi mucizeler, her işi mucize olan mucizekâr bir Zâtı göstermez mi?
Enenin siyah yüzünden şirkler, dalaletler, firavunlar nemrutlar doğmuştur. Enenin bu yönünü ancak kelime-i tevhid eritmiş, böylece ene buharlaşmış ve sahibini selamet sahiline ulaştırmıştır. Onun gibi de tabiat tağutu da bu bakış açısıyla eriyebilir ancak. Her şey bir zikir halkasında, açık ya da gizli olarak zikrinde bulunduğu Zâtı gösteriyor zaten. Her şeyin bu hâl üzere olduğuna beyan-ı Kur'an'la Rabbimiz de bildiriyor. Fakat bunu anlayacak basiret, görecek göz lazım.
Evet dostlar, anlayacak basiret önemli. Çünkü âyet "Açıkça her şey O'nu tesbih eder, fakat siz onu anlayamazsınız." buyuruyor. Anlaşılmayan zikir sesleri herhalde Yoksa her şeyin hâl diliyle zikirde olduğu âşikar.
Selam ve dua ile.