Üstad, Mesnevi'nin sonuna doğru Nokta Risalesi'nde Allah'ı bilmenin ve kemalâta ulaşmanın dört usulünü anlatırken üçüncü olarak "Şübehat âlûd hükemâ mesleğidir" buyuruyor. "Hakikat-ı mutlaka mukayyet (kayıtlı) enzarla ihata edilemez" hakikatinden habersiz, aklın rehberliğindeki bu feylesoflar, vahyin ışığından faydalanmadıkları zaman, hem kendilerini hem de takipçilerini çoğu zaman yaya bırakmış; onları bin bir yolun ortasında tereddütlere sürüklemişlerdir.
Tevhid inancında olanlardan bu yola girenler de kısmen yaralanmış, hatta tekrar Kur'an'a müracaat etmeyenlerin akıl dünyası, bazen küle dönmüş, bazen kirlenmiş, bazen de lekeli kalmıştır. O lekeler insanı ubûdiyetten bile alıkoyabilmiştir. Onun için Üstad, "Eski Said ziyâde ulum-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için" kaydından sonra "Aklı, fikri hikmet-i felsefe ile bir derece yaralıydı" diye de devam ediyor. Üstad, Kur'an'ın himmetiyle bıraktığı bu hükema mesleğinin yaralarını, Kur'an'ın mânevî himmeti ile tedavi ediyor ve yeni bir tarza giriyor.
İşte zamanında felsefî ilimlerde meşgul olduğu da bilinen ve müstakim çizgideyken şimdi değişik konulara da girdiği anlaşılan bir arkadaş, geçenlerde bir konuşmasında "abd" kelimesinin "köle" anlamında olduğunu anlatıyor ve kulluğun bir nevi kölelik olduğunu, bunun da insanı sınırladığını, insana çok da yakışmadığı anlamında cümleler sarf ediyordu. Çok acîb buldum ve bunları kâmilen bize anlatan bir hazinenin sadece farkında olduğumuz için bile bir daha binlerle şükrettim.
Acaba biz gerçekten kulluğumuzla köle mi oluyoruz? Yoksa "Kulluğumuz Sultanlığımız" da bizim bundan haberimiz mi yoktur. Bunu anlamak için, hayalimizi hakikat yolculuğunda kullanmaya çalışacağız. Ve hayalin karıştığı bu yolculuğun tam da bizi anlattığını göreceğiz.
Kendinizi çöl ortasında bir sarayda farz ediniz. Sarayda bizden başka misafirler de var. Saray her cihetle gayet mükemmel, büyük ve antika. Tavanı çeşitli büyüklükte avize ve yaldızlı lâmbalarla süslü. Tabanı nakışlı halılarla döşeli. Muazzam bir su tesisatı var. Duvarlarında halılarında güzel antika desenler, işlemeler bulunuyor ve her şey yerli yerinde. Kısacası, saray tam misafirlere, size göre hazırlanmış. Fakat bu manzaralar, misafirler daha çok seyretsin diye ara sıra değişiyor. Sarayda şahane yemekler, tatlı şerbetler, süslü kaplar sizlere çeşitli ellerle takdim ediliyor. Acıktığınız zaman yemekleriniz, peşinden çayınız, kahveniz geliyor. Uykunuz gelince şahane yataklarda yatıyorsunuz. Elbiseleriniz, zamanında yenileniyor. Ara sıra uzaktan kervanlar geliyor, tam size lazım olduğu vakitte birtakım erzak ve hediyeler getirip boşaltıyor ve gidiyor. İşin garip ve ilginç tarafı da diğer bütün misafirler hep size hizmet ediyorlar. Onlardan istediğinizin sırtına binip geziyor, istediğinizi de kesip onları yiyip besleniyorsunuz.
Siz böyle zevk ve keyif içinde yaşarken, bir bakıyorsunuz ki içinizden bazıları, sarayın diğer kapısından çıkarılıp bir yere götürülüyor, kayboluyor. Bir gün beş gün derken, aylar geçiyor bu durum devam ediyor.
Şimdi bu durumda size düşen ilk iş nedir? Aklınıza ne gelir? Veya evvelâ neyi düşünürsünüz? Elbette bu muazzam sarayı kim kurdu? Ve sizi buraya getirip böyle nazlı niyazlı besleyen kimdir? Ve niçin besliyor? Bizden ne istiyor? Bu aramızdan ayrılanlar nereye götürülüyor ve sonunda biz ne olacağız? Bu soruların cevaplarını orada bulunan misafirlere sorarak öğrenebilir misiniz? Elbette öğrenemeyiz. Onlar da misafir çünkü. Onlar da aynı soruları soruyor.
Herhâlde şu sarayın sahibi, saraya efendi, vazifeli ve tarif edici olarak tayin ettiği, eline de bir fermanı verdiği bir elçi gönderecektir. Bu soruları ondan soracağız. Bir de bakıyoruz ki elçi ve vazifeli olduğu elindeki ve göğsündeki nişanlardan anlaşılan bir yaver (elçi) elinde bir fermanla beraber bütün bu soruları cevaplandıran bir kitap da bulunarak özetle şöyle diyor: "Ey misafirler! Bu saraya hoş safa geldiniz. Bu sarayı gayet zengin, cömert, kudretli, merhametli, maharetli padişahımız kurdu ve sizi buraya getiren O'dur. Bu sarayı tam size göre tanzim edip sizi böyle merhametli ihsanlarla besliyor. Tâ ki bu sarayla, bu lütûf ihsanlarla kendini size tanıtırsın, sevdirsin ve itaat ettirsin. Siz de onu tanıyıp itaatle sevmelisiniz. O'nu tanıyıp sevip O'na itaat etmeye, O'nun değil, sizin ihtiyaç, iştiyak ve kârınız var. Padişahımız kendini tanıyıp, sayıp, sevip emirlerine itaat edenleri, biraz sonra buradan alıp başka ve dâimî memleketine götürüp orada ebedî saraylarında yaşatacak. Orada hayale gelmedik dâimî ihsanlar, lütuflar yapacak ve orada kendisini size gösterecektir. İtaat etmeyip "Ben padişahın kölesi miyim?" diye önce varlığını, sonra bunca nimetleri ve ileride size hazırlanan ihsanları hafife alan isyankârlarınızı da müthiş korkunç ve dâimî zindanlarda cezalandıracak.
Şimdi bu elçinin bu tebliğ ve nutkunu dinleyenlerden biri kalkıp bu merhametli padişahın sadece oradaki misafirlerin bu saray ve ebed âlemindeki saadetlerini düşünen şefkatli elçiye, "Padişah bizi köle mi zannediyor, niçin O'nu tanıyacak mışız? Hem hazır keyfimizi niçin bozacak mışız? Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Hem benim cüz'i istifadem O'na ne zarar verebilir, hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza da görünmüyor" diye çıkışsa; bu dünya sarayındaki saltanatının kendi kuvveti ve iktidarı ile olmadığını, bu eşyanın ve sarayın ona rahmet ve şefkat ve hikmet-i İlâhî ile hizmet ettiğini, kendisinin gözsüz ve ayaksız haşeratlara bile mağlup olduğunu unutsa; hülasa, nefis ve şeytanı dinlese başıboş ve serseriyâne dolaşsa, hangi hitabı hak eder? Bu kadar nankörlük ve göz kapamak hâli "Eğer insan, insan olmazsa şeytan bir hayvana inkılâb eder" hükmünü akla getirmez mi? Başka bir izahı olamaz herhalde.
Halbuki insan, "İnsaniyet cihetinde kulluğunun içinde bir sultan ki kâinatta bir toz zerresi ve kâinatın idaresinde hiçbir müdahalesi vâki değilken: "Benim Rabb-i Rahimim dünyayı bana hane yaptı. Ay ve güneşi o haneme bir lâmba ve baharı bir deste gül ve yazı bir sofra-yı nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı" diyebiliyor.
Şimdi, böyle nâzik ve nâzenin bir şekilde, izzetiyle şu kâinatta misafir edilen insana yakışan, iki dünya saadetini temin eden bir reçete nevinden, senden istenen ibadetleri, sanki bir yük ve bir kölelik olarak mı görmektir? Yoksa hacalet (mahcubiyet) ve tevazu ile "gururu, enaniyeti bırakıp Ulûhiyetin dergâhında acz ve fakrını ihtiyaç ve za'fını tazarru ve dua lisanıyla ilân etmek midir?"
Asıl hürriyetin Allah'a tam bir kul ve asker olmakta olduğunu aksinin, nefis ve hevesin, gurur ve enaniyetin, çevre ve şöhretin esareti anlamına geldiğini Üstad, "Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir, belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmareye esir olmaktır" cümleleri ile ne güzel özetliyor. Aynı hakikati, "Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî hürriyet nâmı verilmiş" cümlesi daha kısa veriyor.
Ömrünü böyle esarette geçiren meşhur profesör bir siyasetçi Trabzon'da bir konferans vermişti. Beklemediğim bir şekilde asıl hürriyetin Fatiha Suresinin beşinci, "Ancak Sana ibadet eder, ancak Senden yardım isteriz" âyeti ile verildiğini ifade etmişti. Devamında ise, İslam'ın namaz, oruç gibi ibadetleri emrederek bazı sınırlarla da hürriyeti kısıtladığını da eklemişti. Aynen başta İslam âlimi bildiğimiz kişinin söyledikleri gibi, ibadeti bir kölelik aracı olarak görmüştü. Ben de o hoca profesöre soru cevap kısmında, "Acaba hava almak, yemek hürriyeti kısar mı?" diye bir kağıda yazıp sormuştum. Nasıl fıtrî ihtiyaçlar, insanın hürriyetini kısmıyorsa, mânevî fıtratımızın ihtiyaçları olan ibadetler de hurriyetimizi kısmaz, demek istemiştim. Kâğıdı okudu, yüzünü buruşturdu ve cevap veremedi.
Demek felsefenin kirlettiği aynalar kimde olursa olsun aynı oluyor, hiç değişmiyor. Bakış aynı. Acz ve fakr aynası, kendini bir şey vehmetmekle kirlendiğinde, kul bir hiç olduğunu unutuyor. Seni âdeta şefkat beşiğinde sallayıp acîb nimetleriyle perverde eden Sultanına karşı sınır davasına kalkabiliyor. Bunun hocası hacısı yok maalesef.
Evet dostlar, nefis hiç bırakılmaya, kirlenmeye gelmiyor. Âlemi hemen karanlığa gömülüyor insanın. İntibaha gelmesi ise inayete bağlı.
Selam ve dua ile.