Müze hayatı tatsızın tatsızı. İstemeyerek içine itildim bu adsız ve tatsız hayatın. Ömür boyu istemediğin bir işi yapmak zorunda kalmak, bakmak istemediğin suratları görmek ne acı bir talih. Ancak bu acı talihi isteyen, arzulayan ve tercih eden yine benim. Yanlış çok eskilere dayanıyor. Cahil bir çevre, eğitimsiz bir anne-baba, kendilerine sadece hizmetçi arayan uyanık bir ortam… O ise bilgiye, irfana susuz. Kılavuzu yok, rehberi yok, onu yönlendiren biricik saik: insiyakları, içgüdüleri…
Sanat Tarihi tesadüfen çıktı karşısına, kazanmak zorundaydı, daha fazla başarısızlığa tahammül edemezdi, “ben de işe yarıyorum, herkes gibi yapabiliyorum” diyebilmek için. Girdi, bir hayalet gibi koca dört yılı geride bıraktı. Bir rüya gibi, siyah beyaz bir film gibi. Sanal bir dünya kurdu kendine, reel dünyanın tacizlerinden korunmak için. Bu sanal dünyanın biricik yol arkadaşları kitaplardı. Onu kitaplar bozdu, Don Kişot’un (Don Quijote) cinnetine sebep olan kitaplar, onun mizacını değiştirdi, olmak istemediği bambaşka bir insan oluverdi zamanla. Teslimiyeti kırıldı, bir zamanlar mukaddes zannettiği bazı zevat küçülüverdiler. Uçsuz bucaksız bir ummanda yol alıyordu, rehbersiz, pusulasız. Güvenebileceği tek kılavuz: Hisleri, içgüdüleri. Yazık ki onlar da sümüklü böceğin izi gibi aldatıcı.
Daldan dala atlama, her türlü bilgiyi havsalasına alma, depolama. İştiyakla. Aşkla. İhtirasla. Kendisine benzeyen yazarlar gördükçe, iştahı daha da kabarıyordu. Onların her cümlesi mukaddes metinler gibi ışık saçıyordu iç alemine. Şairler, romancılar, filozoflar… Hepsini seviyor ve dahi hepsinden nefret ediyordu. Münbit bir ortam bulabilseydi belki bugün bambaşka bir konumda olurdu. Bir yazar, bir romancı ya da hayranlıkla okunan bir şair. Fakat o, şu an bir Müze Araştırmacısı yani sadık ve muti bir memur. Devletin taşınabilir, taşınmaz bütün kültür varlıkları ona emanet. Düşünebildiği tek şey maaşı. Hayat boyu, bu hamallık altında yaşamak mümkün mü? Ne zamana kadar sürecek bu karşılıksız ilişki bilmiyorum.
‘Meslekler insanı içten değiştirir’ diyor Huzur yazarı. Acı olan değişmek değil, değişememek, intibak edememek. Keşke değişebilsem ve mesleğimle taaşşuk derecesinde bir ilişki kurabilsem! Mümkün değil, çünkü bu mesleğin bende mazisi yok, hatırası yok, masalı yok, altyapısı yok. Kafka’da sıradan bir büro memuruydu fakat o, içinde kıvrandığı cehennemi, dehasıyla, cennet bahçelerine çevirmeyi başarabildi. Kömürü altına dönüştürmek, her dimağa nasip olmaz. Benim sorunum dönüştürememek, yaşadığım bunalımlardan bir abide inşa edememek. Onların yaşadığı bunalım onları üretken yapıyordu, benim bunalımım ise tüketiyor. Hz. Pir-i Mevlana ne güzel söyler: ‘Su, geminin altına girse onu yüzdürür, içine girse batırır.’ Ben, bunaldıkça batıyorum, battıkça bunalıyorum.
Düşman gibi görünen çevreyi munisleştirmek çoğu zaman insanın elindedir derler. Peki çevre gerçekten de düşmansa ya da munisleşme ve ehlileşme liyakatini yitirmişse ne yapılabilir ki? Gök kubbe altında hoş bir seda bırakmak, kime göre hoş? Bazı an olur sesler kesilir, sadece uğultular gelir kulağıma, çevremde gördüklerim insan değil, bir yığın yırtıcı canavar. Hayatın latif akışının dışındaymışım gibi garip bir intiba belirir içimde. Mezar sessizliği. İnsanı öldüren ihtiraslarıdır, der bir Hint bilgesi. Tek çare onlardan vazgeçmek. Bizim tasavvufçuların ‘Fena-yı mutlak’ dediği şey. Füsus yazarının tabiriyle ‘abd-i zelil’ makamı. Kime nasip!
Sükutun hiçbir cazibesi yok, söz, daha sıcak, daha dost. Bilgelik bütün varlığını yazıya, söze, kelama borçlu. Sükut, cehaletin öteki adı, daha doğrusu ölümün. Allah dahi mütekellim yani insanlarla diyalog halinde. ‘Söz iki sonsuz arasında bir çırpınış, kutupların sessizliğinden bana ne!’ diyor Kırk Ambar yazarı. Ne haklı! Allah konuşur, Peygamberler konuşur, bilgeler konuşur, şairler konuşur, topyekun koca bir kainat konuşur. Konuşmayan tek varlık: yokluk. ‘Tanrı sükuttur’ sözü koca bir yalan, hem de Allah’a karşı yapılmış iftiraların en çirkini. Sen bir sineksin dostum, kartalların uçuşundan sana ne? (Mart 2010 tarihli günlükten)