Korkunç kelimesini olumsuz cümlelerde kullanırız daha çok. "Korkunç iyi adamdır" ya da "bugün korkunç kitap okudum" demeyiz. Ama "korkunç bir kaza oldu, yine korkunç bir gürültü" duydum diyebiliriz. Büyük ise izafî bir kelime. Bazı büyükler, diğerlerinin yanında küçük kalabilir mesela.
Korkunç şeyler, insanı ihtiyata (tedbire) ve ihtimama (özene) mecbur eder. Önünde korkunç bir şey varsa ve de bunu görüyor ve biliyorsan; artık oraya seni yaklaştıran her adım, senin için azaba dönüşmüş demektir.
İşte bu sıkıntıdan kurtulmak için ya tedbirin olmalı ya da her adımını bir özenle atmaya başlamalısın o zaman. Bunlar da yoksa, geriye tenasi (unutmak gibi yapmak) tercihi kalıyor. Başka türlü yaparsan, yoluna devam edemezsin çünkü. Her adım, kafana inen bir tokmak gibi olur. Kalbin en ağır darbelerle örselenir. Ruhun, yakıcı bir azabın içinde kıvranır. Hayalin hınzır bir uğultunun çınlaması altındadır. Aklın binbir hücumun oyun yeri haline gelir. Bir çare daha var ki bugün beşer medeniyetinin insanın eline tutuşturduğu, nazarı afaka dağıtan cereyanlar ve iptal-i his eden birtakım oyuncaklar; yalancı emziklik yaparak, beşeri uyutmaya, o korkunç son hatırına geldikçe, önüne geçerek düşündürtmemeye çalışıyor.
Mesnevi'yi kelime ölçeğinde okurken, dikkatimi çeken 'korkunç büyük meseleler' ile'mi, bugün beşerin de keyfini kaçıran, nereye kaçsa, peşini bırakmayan meseleleri anlatıyor. Bugün insanlık bu gerçeklere gaflet-ü nisyan ile deve kuşu gibi baksa da korkunç sona doğru olan yolculuğu kesilmediği gibi, sürat peyda ediyor.
Felsefeyi 'taziye evine', müzeleri de 'havassın mâbedine' çeviren de biraz bu korkunç meseleler karşısında duyulan çaresizlik değil midir?
Daha ahirete gitmeden bir sürü şöhretine rağmen o sona doğru gittiğini anladığında, insana, "Arkadaşlar, biz bir hiçmişiz yahu" dedirten o korkunç sonun birincisinin, ölüm olduğunu anlamışsınızdır.
Şiirleri sonradan derlenen Romalı 'Lucnetus' da diğer bazı felsefeciler gibi, kendini "Ölümden korkmuyorum çünkü ben varken o yok, o varken ben yokum" gibi cümlelerle, ölümün dayanılmaz oklarından bir müddetliğine bir nevi göz kapayarak korumaya çalışmışlardır. Buna kendini avutmak da diyebiliriz. Bu şair, ölümden sonrası için, hayal diyerek kendi geleceğini inkâr etse de en azından "Tanrıya inanıyorum çünkü inanmak bana bir şey kaybettirmeyecektir" diyerek de akla bir derece yaklaşmış diyebiliriz.
Ya bizimkiler?
"Düşünme arzu et sade
Bak böcekler de öyle yapıyor..."
Sayıklayarak, böcek olmayı, düşünmemeye tercih etmişler.
"Şu geçeni durdursam çekip eteğinden/ Soruversem haberin var mı öleceğinden"
beyti ile insanı sarsan bahtiyar şair,
"Ölüm bize ne uzak ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm."
seslenişi ile de âdeta Yunus'un dilindeki:
"Ölümden ne korkarsın, korkma ebedi varsın."
mısrasını bize hatırlatmaya çalışmaktadır sanki.
"O ki hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de hayatı da yaratmıştır" âyetinin izahında ise aziz Üstad, "Yer altına girmiş bir çekirdeğin hava aleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bakiye sümbülü verecektir" ifadesiyle dünyaya doğuşun ve gelişin bir takdir ile olduğu gibi, ebedî hayata doğuşun ve saadet-i ebediye başlangıcının da bir takdir ile olduğunun açık olduğunu ispat ediyor.
Merhum Kırkıncı Hocamız da güzel bir örnek veriyor, ölümün izafiliğini izah ederken:
"Anne karnında ikiz olduğunu düşünün. En büyük âlem olarak anne karnını gören bu ikizlerden biri, dünyaya gelmiş olsun. Geride kalan kardeşi, onun için öldü, diyecektir. Biz ise ona doğdu, diyoruz. Aynı şekilde ahiretin geniş dünyasına göre anne karnı gibi dar ve sıkıcı olan şu alemden, ölüm yolu ile ahirete giden bir insan da bize göre öldü ama ahirettekilere göre doğmuş oldu." Neye göre öldü ve doğdu diyeceğiz? Demek ölüm durduğumuz yere göre değişebilen izafî bir hakikat ve Kur'an'ın keşf-i katisiyle öldürülmüştür. Nedir o zaman ölüm?
"Vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur. Hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir başlangıçtır."
Yani ölümün ön yüzü ölüm adıyla anılıyor ama arka melekût yüzünde, yukarıdaki adları alıyor.
Bize bakan yönüyle korkunç olan ölüm mûnis bir şekil aldı ve bin canla arzu edilir bir keyfiyete büründü. Fakat bu manadan mahrum olanlara ise, çıldırtacak bir mahiyettedir ve az düşünenleri zaten çıldırtmaktadır da.
İkinci korkunç mesele ise, ebed memleketine yolculuktur. Bir yolculuğa, dönüşü olmayan bir ayrılığa adım atacağınızı düşünün. Ruhlar aleminde başlayan, dar alemlerde cihazatla donatılan ve ebedî hayatın levazımatını tedârik için bir müddetliğine bir 'şimşek çakma sınırları' içinde bu dünyada 'halifelik ünvanı' ile karşılanıp mükellef sofralarla ağırlanan insanın yolculuğu; ebed âleminde, o âlemin sâfilik ve yüceliğine dönüşerek 'ücret mahalli' keyfiyetinde devam edecektir. Bitmeyecek bir yolculuğa hazır mısınız? Sadece mahşer kısmı bile Kur'an günlerine göre bin yıl sürecek bir yolculuk. Akıl almıyor değil mi? Bazı tasvir ve mesellerle ancak bir derece yaklaşılabiliyor.
Ben bu ebed yolculuğunun Cennet kısmı ile değil de ebed memleketinde de bize rehberlik edecek ve oranın bir haritasını bize sunan Kur'an'ın: "Cennetten daha güzel, hûrilerden daha latif, selsebilden daha tatlı olan beyanat-ı âyât-ı Kur'an'iye" kısmıyla çok ilgileniyorum.
Cennetten bahseden âyet, cennetten daha güzel ifadesine bakar mısınız? Bunlar katı açılmamış şaheser ifadelerdir. Onları okumayı, yazmayı, anlamaya çalışmayı bize nasip ettiği için Rabb'imize hamd u senalar olsun.
Üçüncü korkunç mesele ise gafletimizin derecelerini göstermesi açısından çok mühim: "Zâilat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı dâimeden tegafül etmek."
Talebelik yıllarımızdan beri sayıkladığım bu cümleyi zaman zaman yüksek sesli de okumaya çalışırım. Fakat sadece okumak. En azından nisyana bırakmamak adına. O da bir kemâl midir, bilmiyorum. Burayı okuyunca aklıma nedense, insanı zindan-ı atalete atan tembellik, tenperverlik, meyl-i rahat ve şikemperverlik geliyor. Derin bir muhasebe beni ürkütüyor. İnsana bir defalığına verilen bir kısa olan ömür sermayemizle ebedî olan hayatın tedarikini yapacağız. Ömür az, sefer uzun. Öyleyse her saniyemiz çok mühim. Şu anda bu yazıları okurken geçen saniyelerimizin karşılığını, ebedî âlemde ebedî olarak alacağız. Yani burada ekeceğiz ve ekileceğiz, orada semere alacağız. Yani fâni mal beka bulacak. Ömür dakikaları, âdete tohumlar, çekirdekler hükmünde zâhiren fena bulacak. Ama âlem-i berzah ve ahirette çiçek açacak, sümbüllenip mûnis birer manzaraya dönecekler. Hem de ebediyen seyredilecek manzaraya. Bir nevi ömür dakikaları ziyâdâr hasene olarak sana geri dönecekler. Biri verip bini kazanacaksın. Ömrünü mayalayacaksın yoğurt tutması kesin.
O halde ebed âleminde açılacak ve bütün amelimizi bize gösterecek kameraya, hangi pozları ve suretleri veriyoruz? Verdiğimiz gaflet pozlarından pişmanlık duyuyor muyuz? Pişmanlığımız bizi yakıp kavuruyor mu? İlticamız, istiğfar ve tevbemizde derecemiz ne kadar?
Şeytanın bilip bozamadığı, meleklerin görüp yazamadığı İhlâs derecemiz hangi mertebede?
Bu ve bu gibi suallere vereceğimiz emin cevaplar, bizi korkunç meselerden âzâde edecek, emin bir halife-i arz makamına yükseltecektir.
Evet dostlar, "fâni, kısa, faydasız ömrümüzü; bâki, uzun, meyvedâr yapmak" bizim elimizde. Her bir saniyemiz hem kıymettâr hem de bir defaliğına verilmiş mühim sermayemiz. Sermaye yakılır mı hiç?
Selam ve dua ile.