Bediüzzaman, “beni anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar” diyor. Neden anlamıyorlar, neden anlamak istemiyorlar? Anlamayanlar belki güçleri yetmediği için anlamıyorlardır, biraz mazur olabilirler. Kör olmak başka kör gibi görünmek başka. “Sümmun, bukmun, umyun; onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.” Allah bir insan tipinin ta asırlar önce tipolojisini çizmiş, ortaya koymuştur.
Canetti, modern toplumda körlüğü “Körleşmek” romanında anlatmış. Körleşmek romanı batı toplumunun o kadar medeni görünmesine rağmen hakikati görmediğini, hakikati kitaplar göstereceğinden onlara karşı ilgisiz olduğunu, bu yüzden kitapları ile birlikte kahramanını yakar ve insanlara der ki “siz böyle kör oldukça ne gerek var kitaplara.”
Bediüzzaman bu körlüğü gördü, dilsizliği gördü, sağırlığı gördü bir tedavi merkezi açtı. Nur dershanesi açtı. Kitabın girişinde “ey kardeş benden birkaç nasihat istedin, sen bir asker olduğun için birkaç temsilatı nefsimle beraber dinle“ dedi. Dershaneye “benim evim” der. Açılan dersanenin anahtarının kendisine getirilmesine sevinir. Oraya gücü yettiğince giderdi. Söylediği çok, söylemediği istidlal yolu ile daha çok.
Türkiye’de üniversite tedavisi imkansız bir körlük yurdu. Herkes bulabildiği kumaşı ile gözlerini kapatmış hakikata. Kör olduğunun farkında değil, yetmez senin kör olmadığının bildiği için seni kör etmeye çalışıyor. İnsanların görüş alanı o kadar daraltılmış ve bunun adına fikir denmiş, siz ne yaparsanız yapın onların gözleri açılmaz. Kör yaşayıp kör ölmek ve kabirde gözleri açılmak ne hazin tablo.
Altıncı mesele lise öğrencilerinin gözlerini hakikata açma ameliyesidir:
“Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.
Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.“ Eczahane örneğinden hareketle görmeyi öğretir, “hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır” diyor.
Ağaçların, köklerin dirilişinden hareketle öldükten sonra dirilmeyi anlatır. Bunları gördükten sonra dirilişi anlamamayı körlük olarak ifade eder.
“Evet, her baharda bütün ağaçları ve otların köklerini aynen ihya ve nebatî ve hayvanî üç yüz bin nevi haşrin ve neşrin nümunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Mûsa Aleyhimesselâtü Vesselâmların herbirinin ümmetinin geçirdiği bin senelik zaman, karşı karşıya hayalen getirilip bakılsa, haşrin ve neşrin bin misalini ve bin delilini iki bin baharda gösterdiği görülecek. Ve, böyle bir kudretten haşr-i cismânîyi uzak görmek, bin derece körlük ve akılsızlıktır.”
Haşrin olacağını anlamak bir sorun, haşre inanıp hesap vermeden keyfi yaşamak daha büyük bir sorun, birincilerle ikinciler bir yerde birleşir mi? Bu tabiat içinde yaşayıp haşri görmemek bin derece körlük ve akılsızlık.
İmansızlık marazı ve vicdansızlık marazı, iki büyük hastalık. Kur’an’ın hakikatlerini görmemek iman ve vicdani marazdan doğuyor.
“İşte Kur’ân’ın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mucize-i mâneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder, meğer maddiyyunluk tâunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına müptelâ ola!”
Kör adam, güneşin ışığını bilmez. Hasta ağız da suyun tadını almaz. İmansızlık kainatın söylemek istediklerini görmemek, görememek ama vicdansızlık hastalığı ise etrafındaki olumsuzluklara karşı tavır alamamak. Peygamberimiz (asm), Hz. Ömer, Ebu Zer gördükleri haksızlıkları anında tedavi etmeye gayret ederler. İnananların bile vicdanı ayakta değil. Vicdan o kadar ölmüş ki hiç kimsenin derdi değil olumsuzlukları tedavi etmek. Zulme seyirci kalmak bu asrın en büyük hastalığı.
Bediüzzaman’ın kör ve akılsız tipleri romanlardaki kötü adamlar gibi hakikate karşı kayıtsızdırlar ama o kör ve akılsızları Bediüzzaman protipler olarak yorumlar ve onlara hakikati gösterir.
Bir kör adam mahlukattan birine rab olmak iddia eder, sırayla gider sonra insana rastgelir, ona rab olmak istediğini söyler o da o kör adama “Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nevimiz gibi bütün hayvanât ve nebâtâtın yüz bin envaından rengârenk atkı ve iplerden kemâl-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüz binler zîhayat envaından nesc olunan ve gayet nakışlı bir sûrette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit kemâl-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa; hem, eğer biz meyve olduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz âlemde tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mîzan-ı hikmetle aktâr-ı âlemden bize gönderecek muhît bir kudret ve şâmil bir hikmet sende varsa; ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsâlimizi icad edecek bir iktidar sende varsa, belki bana rubûbiyet dâvâ edebilirsin. Yoksa, haydi sus! Benim nevimdeki karma karışıklığa bakıp, ’Parmak karıştırabilirim’ deme. Çünkü intizam mükemmeldir. O karma karışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemâl-i intizamla bir istinsahtır. Çünkü, bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezâretimizde bulunan hayvanât ve nebâtâtın kemâl-i intizamları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitâbettir.”
“Meyveyi yapan ağacının mûcidinden başkası olsun? Hem, çekirdeği icad eden, çekirdekli cismin sâniinden başkası olsun? "Hem gözün kördür; yüzümdeki mu’cizât-ı kudreti, mahiyetimizdeki havârik-ı fıtratı görmüyorsun.“
Bu konuşma ile onun kör gözünü açmaya çalışır.
Aşağıdaki şiir şiirimizin yüz akı, zaten şiir gibi konuşan adam bir de semavatı okuyan bir şiir yazmış.
“Bak kitâb-ı kâinatın safha-i rengînine/ kainat kitabının renkli parlak kısmına bak
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör, ne tasvir eylemiş/ kudretin altın uçlu kalemi gör ne tasvir eylemiş, yani ne kadar harika çizmiş, sınırlarını belirlemiş. Hani ressamın kalemi olur ya mimarın kalemi olur ya onun gibi.
Kalmamış bir nokta muzlim, çeşm-i dîl erbâbına/ gönül gözü olanlar için bu semavatta ve varlıkta karanlık nokta yok.
Sanki âyâtın Hudâ nur ile tahrîr eylemiş/ Hüda delillerini nur ile yazmış, hem yazı hem de ışık.
Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’ân-rubâ-i kâinat/ hikmetin mucizesi koca alemi binlerce gaye için çok yönlü ve çok anlamlı yaratmak. İnsana hayret veren şaşırtan kainatın düzeni. Abdülhak Hamit, “ne alemdir bu alem aklı fikri bikarar eyler. Hep mucizatı kudret piş-i çeşmimden gözümün önünden geçer” diyor.
Bak, ne âlî bir temâşâdır fezâ-i kâinat/ kainatın fezasını fezayı seyretmek ne kadar büyük yüksek bir temaşadır. Tiyatro sinema bir temaşa sanatıdır ama kainatı seyretmek yüksek bir temaşa sanatıdır.
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şîrînine/ yıldızlar şirin bir hutbedir, insana hitap ederler.
Nâme-i nurunu hikmet, bak ne takrîr eylemiş /Allah’ın hikmeti nur sahifesini, ne güzel çizmiş ne kadar güzel çizmiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisâniyle derler: / Bütün yıldızlar birlikte nutka gelmiş hak lisanı ile söylerler.
Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına/ Celal sahibi bir kudretli zatın saltanatının haşmetine veya sultanın haşmetine kendi sanatını görmesine hitap ediyor, hem sahibine hitap hem insanlara hitap.
Birer bürhan-ı nurefşânız vücûb-u Sânia;/nurlar fışkırtan bir deliliz şu kainatı sanatlı yaratan sanatçının varlığının gerekliliğine.
Hem vahdete, hem kudrete şâhidleriz biz/ Allah’ın birliğine ve kudretine şahitleriz bizler. Kudreti ile bu sonsuz ağırlıkları semada tutar ve onları birlikte bir gayeye çalıştırır.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nâzenin mu’cizâtı çün melek seyrânına / meleklerin seyranı için bir nevi binekleri zeminin yüzünü onlarla süsleyen.
Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz / Semanın yeryüzüne bakan ama cennete de dikkat eden dikkatli gözlerdir sema ve içindekiler.
Tûbâ-i hilkatten semâvât şıkkına, hep kehkeşan ağsânına/ yaratılış ağacından semavata ve yıldız kümelerine takılmış.
Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetiyle takılmış binler güzel meyveleriz biz / Celal sahibi bir güzelin (semavat celalli bir cemaldir) hikmet eliyle herşeyi yerli yerine koyan eliyle takılmış binler güzel meyveleriz biz.
Şu semâvât ehline birer mescid-i seyyar/ semavat ehline seyyar bir mescidiz.
Birer hâne-i devvâr, birer ulvî âşiyâne /dönen birer eviz, yüksek evleriz.
Birer misbâh-ı nevvâr, birer gemi-i cebbâr, birer tayyâreyiz biz /nurlu teşbihleriz, Allah’ı anarız, büyük bir gemiyiz birer tayyareyiz.
Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin/bir kudretli celal sahibi ilahın, celal sahibi ve herşeyi hikmetle yapan bir ilahın.
Birer mu’cize-i kudret, birer hârika-i san’at-ı Hàlıkàne/ kudretinin mucizesi, harika sanatları.
Birer nâdire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz./ Hikmetin nadir eşsiz örnekleri, hilkatın insanı şaşırtan güzellikleri, nur alemleriyiz biz.
Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana./ yıldızlar yüzbin dil ile insana delil gösterirler, işittirirler inana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü; hak söyleyen âyetleriz biz / dinsizlerin gözü onu görmek, sözünü işitmez, hak söyleyen delillerdir bunlar.
Sikkemiz bir, turramız bir; Rabbimize musahharız. Müsebbîhiz âbidâne;/ aynı Allah’ın delillerini taşırlar, Rablerinin terbiye kanunlarına göre ona hizmet ederler, onun gayelerine hizmet ederler
Zikrederiz, Kehkeşânın halka-i kübrâsına mensup birer meczublarız biz./ yıldız denizlerinin büyük halkasına zikir halkasına kendini kaptırmış meczuplarız biz.
Bir kitaba sığacak bir şiir. Bütün sanatlı din temalarını bünyesinde taşıyan bir eser. Semavat ve yıldızları okumuş, insanlara arzetmiş, görmeyen körlere hitap ediyor.
Kör kelimesi eserlerin odağında bir kelime.
Garip bir tesadüf kör göz kör tabiata şuursuz sebeplere ilahlık verir de konuşan kainatı duymaz, hutbe olan varlığı dinlemez. İkisi de kör.
Yirmi İkinci Söz göstermek için düzenlenmiş, çünkü asırlarca tasavvufun kulağa hitap etmesine karşılık yüzyılın gereği Bediüzzaman göze gösterir, göze hitap eder.
Bu göz meselesi çok uzun gider. Ama gerçek olan gözün, aklın ve kalbin, kulağın yerinde kullanılmaması, onların varlık delilleri karşısında kör olmasını da doğurur. Gözü gereksiz şekilde kullanan insanlar hidayet delillerini göremezler, yerinde kullanılmayan bir aletin iş yapmaması gibi. Saatlerce televizyon ve sair şeylere bakan bir göz hidayet delillerini zevk edemez, ya uyur, ya anlamaz, gafilane hayatını geçirir. Yerinde kullanılmayan bir göz gözlük yapmaz, kulak da aynı şekilde, kalp de. En basit şeylere mabud gibi ilgi duyan mabuduna karşı kayıtsız kalır. En büyük hastalık bu ahireti kazanacak çiftliğin dünyevileşmesidir. Mabud insanın kendisi ile gereksiz uğraşmasıdır. Hamid, ta geçen yüzyılın sonunda; “Para mabud, bankalar mabed” der. Modern insanı anlatır. Halbuki bedevinin mabedi ve mabudu tabiat seyrinden çıkar.