Babamın mezarını ziyaret ettim. Arabanın içinden çıkmadan uzaktan sade bir fatiha okuyabildim. Korona marazından dolayı değil, çamurdan dolayı. Çünkü dün gece saatlerinden itibaren Şehr-i Urfa’nın üzerine bardaktan boşanırcasına rahmet yağıyor. Gerçi bu kadarı rahmet mi, azap mı bilinmez. Babam şimdi nerde, ne yapıyor, var mı, beni duyuyor mu, berzah hayatında yaşamaya devam ediyor mu, ediyorsa yeri cennet bahçelerinden bir bahçe mi? Hangi meseleyi ne zaman derince düşünmeye, teemmül etmeye çalışşam kuşkunun o uğursuz pençelerini hissederim ensemde daima. Ah şu eminlik, garanti ve itminan talebi!
İnsana can veren meleke anlamındaki ruhun varlığı ve neliği konusunda çok çetin tartışmalar var İslam düşünce tarihinde. Hatırı sayılır bazı alimler ruhu, dolayısıyla berzah aleminin varlığını kabul etmiyor. Öldükten sonra insan toprak olur, kıyamet günü Allah “Hay” ismiyle ölenlere hayat verir ve böylece hepsini mahşer meydanında toplar. Eğer bu görüş doğru ise babam ve bütün ölenler şu an topraklar. Yani yoklar. Göremezler, duyamazlar, hissedemezler. Ama alimlerin kahir ekseriyeti (gerçi her görüş sahibi kendi görüşü için alimlerin kahir ekseriyetine der) kabir hayatının var olduğu kanaatinde.
İlginçtir, Kuran’ın konuyla alakalı bazı ayetleri kabir kayatının olduğuna delalet ederken; bazıları olmadığına delalet eder. Kısacası, kabir hayatı vardır diyen alimler de kabir hayatı yoktur diyen alimler de kitabi olarak haklı. Yıllardır hangi islami mevzuyu derinlemesine araştırmaya koyulsam her defasında zannilik, öznellik, görecelilik gibi aşılmaz duvarlar çıktı karşıma. Allah tasavvuru dahil tek konuda bile firesiz bir ittifak göremedim. Ne demek istediğimi rol yapmamak şartıyla anlayan anlar. Dinin ölüm ve sonrasına verdiği anlam sade bir teselliden ibaret olsa bile huzur içinde yaşamak için yine de lazım, elzem ve hoş. Çünkü insan bir bakıma teselliler kurbanı olan bir varlık. İnsan teselliye susuz. Tesellisiz yaşamak mümkün değil. Düşünenlerin trajedisi teselliye kanmak istemeyişleri.
Sabah mükellef bir kahvaltı… Saydım su ile birlikte tam on beş çeşit nimet. Yumurta, reçel, peynir, zeytin, pekmez, yoğurt, tereyağı, biber, sıcak ekmek… Sonra bunlardan birini bulamayan ve onun için açlıktan can veren yüzbinlerce insan geldi aklıma. Kahvaltı zehir oldu ve sadece utandım. Yeryüzünde tek bir insan dahi mutsuz ise benim mutlu olmaya hakkım yok diyordu Tolstoy. Ne kadar duyarlı bir vicdan değil mi! O an şunu geçirdim içimden: şu an yeryüzünde tek bir insan bile açlıktan ölürse benim tok olmaya, tıka basa yemeye hakkım yok. Ama sadece geçirdim içimden. Bunu amele dökmek dünyanın en faziletli ama aynı zamanda en zor işi.
Korona bu açgözlülüğümüze ve küfran-ı nimetimize verilmiş bir ceza belki de. Kitaplığı süzdüm. Üstte Kur'an mealleri ve tefsirler. Elimi attım, birini alıp okuyacaktım, vazgeçtim son anda. Alt raflarda üst üste dağınık halde yığılmış ve bazıları savrulmuş romanlar, düşünce eserleri ve dergiler. Edebiyat Ortamı ve Muhit Dergisi’nin son sayıları. Sadece okşamakla yetindim. Şu an gönlüm sarsıcı, sarıcı, günah gibi çekici, kendinden geçirici bir roman okumayı arzu ediyor. Ama eskisi gibi bir romanın dünyasına girmek o kadar zor ki! Evlendim çünkü.