Otuz bir büyükşehirde iki gün herkes için sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Haber duyulur duyulmaz bütün market ve fırınların önünde uzun kuyruklar oluştu. Arabayla fırına gittim ama yüzlerce kişiden oluşmuş uzun kuyruğu görünce vazgeçip geri döndüm. İki günlük bir yasak ilanı yeknesak hayatlarımızı felç etmeye yetti. İnsan alışkanlıklarının esiri. Bir anlık bunların dışına çıkınca sudan çıkmış balık misali şaşkına dönüyor.
Pandemi süreci bize şunu yakinen gösterdi ki Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi’nin en alt basamağında yer alan güvenlik ve hayatta kalma güdüsü her şeyin başında geliyormuş. Can emniyeti olmayınca hiçbir şey olmuyor. Düşünce, sanat, felsefe, edebiyat, ideoloji, din hepsi bundan sonra gelen şeyler. Alt yapı çok önemli ama bütün bütün üst yapıyı şekillendirecek kadar mı, bilmiyorum. Karl Marks ve Max Weber ikisi de haklı ama herbiri bir parça belki.
İnsanların en eşit olduğu zamanlar kendilerini güvende hissetmedikleri zamanlardır. Acaba diyorum beş bin veya on bin yıl daha yaşar mı insanlık? Mesela milattan sonra yıl beş bin, şehir Urfa, yer Balıklıgöl. Çok garip bir halet-i ruhiye. Şehr-i Urfa’nın yüz yıl önceki siyah beyaz fotoğraflarına bakıp hüzünleniyorum. Beş bin yıl sonra nasıl olur, ne hale gelir, kimler yaşar? Nedense böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermiyorum. Sanki her an kıyamet kopabilir, dağlar yürüyebilir, denizler kaynayabilir gibi bir duygu var içimde. Bu duyguyu yıllardır yaşıyorum.
Ama bir taraftan da şunu düşünmeden edemiyorum: Günümüzden on bir bin yıl önce Göbeklitepe’de bir ikindi vakti düşüncelere dalmış “acaba insanlık on bir bin yıl daha yaşar mı?” diyen bir insan geliyor aklıma. O da ihtimal vermezdi ama aradan on bir bin yıl geçti. Henüz aradan bin dört yüz yıl bile geçmemişken yaşanan dini ihtilaflar binlerce yıl sonra ne hale gelir? Allah bir daha peygamber ve kitap göndermeyeceğine göre binlerce yıl sonra son mesajının hali ne olur, müntesipleri nasıl davranır? Uzayda koloniler kurulmuşken ve ortalık yapay zeka kaynarken hala fıkhi tartışamalar olur mu?
On bin yıl sonra gelecek bir müslümanın “peygamberimiz on bir bin yıl önce Mekke’de doğdu, bu kadar yaşadı, savaştı, sahabileri bunlardı, karşısındaki müşrikler böyleydi, şöyleydi” dediğini, tefsirler, siyer kitapları okuduğunu ve bunları çevresindekilere hararetle anlattığını, sünnete göre sağ elle yemek yemenin faziletlerinden bahsettiğini tahayyül ediyorum. Çok garip geliyor bana. Nâçizane bizim inanca göre insanlığın bu kadar daha yaşayacağını zannetmiyorum. Çünkü hikmete ters gibi. Ama ya yaşarsa hem de onbinlerce, yüzbinlerce yıl daha? Tıpkı geçmişte yaşadığı gibi.
Sadık Yalsızuçanlar’ın Allah’ın Adamları isimli kitabını okuyorum. Nefis ve leziz bir kitap. Ne varsa deli, mecnun ve meczup dediğimiz insanlarda var. Hikmet onlarda, marifet onlarda, irfan onlarda, aşk onlarda. Bir yazımda “keşke bir deli olsaydım!”dediğimi hatırlıyorum. Bazen bunu çok ister insan ama eline geçmez. Delirmek kurtulmaktır. Üç çeşit insan var: Yolda olan, yoldan çıkan, yola gelen. İyi de yol ne? Deli olmadan anlamıyor insan yolun ne olduğunu.
Koronadan sonra dünya çok farklı olacak, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık deniliyor. Sanmıyorum çünkü insan nisyandan geldiği için nisyana müpteladır. Yani insan unutkan bir varlık. Bir ay içinde hiçbir şey olmamış gibi yapabilir. İnsan zamanla her şeye alışıyor. İbn-i Arabi ve Allaf gibi mutasavvıflar cehennem ehlinin binlerce yıllık şiddetli bir azaptan sonra cehennem ateşine alışacağını ve onunla artık ünsiyet peyda edeceğini söyler. Cehennem ateşine bile alışan bir insan neye alışmaz ki!