Ah şu dilimiz… İnsanın başına ne gelirse dili yüzünden gelir demişler. Haksız sayılmazlar sanki ne dersiniz? Gözler kalbin aynasıydı. Diller de aklın aynası olabilir mi acaba? Zira ancak hakikati idrak ettikçe dosdoğru dönmez mi dilimiz? Koronadan bahsediyorum, onu yenmemizden... Yenmek kısmına gelmeden evvel, öncesindeki tanışma faslından biraz söz edeyim müsadenizle. Bu mikropçuk, Rabbinden aldığı emir ile vazife başında olan ve ne emredilirse onu yapan itaatkâr bir asker. Bizler için ise düşman vaziyetini almış bir rahmettir aslında. Tam da burada Hz. Aişe Validemizden rivayetle şu hadis-i şerif gelmeli aklımıza: “Taundan kaçan harpten kaçan gibidir. Taunun çıktığı yerde sabredip kalan kimse ise, Allah yolunda savaşan mücahid gibidir.” (Feyzü’l-kadir, 4/288; Heysemi, Mecmeu’z-zevaid, 2/315)
Peki bu sözü nasıl anlamalıyız? Yine Hz. Aişe Validemizden rivayetle şöyle:
“Taun hastalığı, Allah-u Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptı. Allah onu mü’minler için rahmet kıldı. Bu sebeple tauna yakalanmış bir kul, başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde ikamete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” (Buhârî, Tıb 31; bk. Buhârî, Enbiyâ 54; Kader 15; Müslim, Selâm 92-95)
İşte musibetteki rahmet! Seninle tanıştığımıza çok memnunuz. Ne kerem sahibi bir Rabbimiz var değil mi? Elhamdulillah!
Evet; deprem gibi, sel gibi, kıtlık gibi bu mikropçuğun dizginleri de öyle bir Rahîm-i Hakîm’in elindedir ki, abes iş yapmaz. Merhametlidir, yaptığı her işinde binler lütuf var. Mesela çocuklar, analar, babalar… Herkes bir tarafa, çok dağılmıştık sokaklarda... Yuvalarımızdaki binler sinema keyfine bedel olan evlatlarımızla hasbihâl etmenin tadını bile unutmuştuk. Hem nasihatçıydık başlarında. Ama çok ihmal etmiştik onları. Mübarek üç aylar gelmişti. Belki de şimdikinden çok farklı planlamıştık bu günlerimizi. Belki de hiç plan bile yapmamıştık şuhur-u selasemiz için. Muhakkak ki, çok daha fazla okuyor, çok daha fazla dergâh-ı İlahiye’ye acz ve fakrımızı bizzat hissederek iltica ediyoruz. Çünkü musibet cana dokundu. Belki büyüklerimizi ve sevdiklerimizi ziyaret etmenin de kıymetini hissedememiştik. Şimdi birbirimizin yüzüne hasret bırakıldık.
“Giyecek hiçbir şeyim kalmamış” müsrifliğinden, iki kat elbisenin yettiğinin eğitimini alıyoruz. “Nimet şükür görmezse gider!” ikazının tokadıyla sallanıyoruz. Tüm bunların her biri pek kıymetli ders-i ibret olmalı elbette. Hep okuruz ya: “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar.” Yine okuyalım işte. Düştüğümüz hâlâtı çok dikkatle okuyalım. Vazife-i hayatiyemizin sadece dua ile ubudiyet olduğunu halimize bakıp okuyalım. Vazife zannettiklerimizden kurtulalım. Bu fırsatı kaçırmadan, dünyaya gönderilmemizdeki asıl maksadın ilim ve dua ile tekemmül etmek olduğunu okuyalım. Bir mikrop nasıl da sahamıza çekiyor bizi değil mi? Sübhanallah!
Anlaşılan o ki; bu imtihan günlerinde her birimizin payına düşen asgari vazife, iman dolu bir sabırdan başka hiçbir şey değil. Daha fazlasına talip olanlar için ise, bu harika kudret-i Samedaniye’yi lezzetli bir hayret ile seyretmek var. Ne hoş…
Gelelim “Yenmek” ifadesindeki hatamıza. Bu mümkün değil elbette. Cihat dedik, düşman dedik fakat devamı da vardı. Sefer bizim, zafer Allah’ındı. Tedbir bizden, takdir Allah’tandı. Yani süreçte biz vazifeliyiz evet, ancak netice Allah’a aittir. Mü’min öyle olmalıdır ki, daima şifa için, daha uzun bir kulluk için hem kavlen, hem fiilen dua etmeli ve bu yönde tavır takınmalıdır ancak şunu da kat’iyyen unutmamalıdır ki; Allah hikmeti iktiza ederse dilediğine şifa verip bir miktar daha mühlet verir, bazen de hikmeti öyle gerektirir ki; dilediğine şifa vermeyip huzuruna alır. Duaya ahiret aleminde cevap vermeyi planlamıştır. İkisi de hoştur.
Biz neticeyi yaşamadan göremeyeceğimizden dolayı, şifa için gayret göstermeye, tedavi görmeye ve dua etmeye devam edeceğiz elbette. Fakat unuttuğumuz nokta şu ki; bu mikrop sebebiyle hastanelerde yatan kardeşlerimiz kendi iradeleri ile vefat etmedikleri gibi, kendi iradeleri ile de iyileşmiyorlar. Deprem oluyor, yuvalarımız yıkılıyor, kimimiz taşların altında kalıp ruhunu teslim ediyor, kimimize bir miktar daha hayat bahşediliyor. Yaşamaya devam ettirilen depremzedeler “Depremi yendim” dediğinde depremin ve insanın sahibine nasıl ayıp olursa, “Bu mikrobu yendim” demek de daha az ayıp değildir.
Her sıkıntımızda olduğu gibi, bu musibetimizde de yaptığımız herşey Cenab-ı Hakk’ın rahmet kapısını çalmaktan başka bir şey değildir. Bir başka cihetiyle; şayet bir hastanın şifalandırılmasını “Hastalığı yendi” şeklinde ifade edersek, iyileşmeyi İlahî bir lütuf değil de, kişinin kendi becerisiymiş gibi dile getirirsek, büyük bir fenalığa sebep oluruz. Henüz şifaya mazhar olmamışların veya belki de hiç olmayacak olanların “Bende ne gibi bir sıkıntı veya zafiyet var ki ben yenemiyorum?” şeklindeki hatalı inanca düşmelerine sebep olmaz mıyız? Elbette ki olabiliriz.
Oysaki, bu hastalık ile imtihan olan tüm kardeşlerimizin, şu endişeli ve elemli günlerinde en çok muhtaç oldukları şeydi kalbî teselli. Farkında olmadan mahrum bıraktık. Fakat O öyle bir Rahîm ki, O öyle bir Hakîm ki, hastalığı mü’min kullarının günahlarına sabun köpüğü gibi temizleyici tayin etmesi gibi, vefat edenlere de teselliyi “Taundan ölen şehittir” müjdesiyle yine bizzat Allah veriyor.
Bizler de toplum olarak bu inançla, hastalarımızın manevi yaralarını saralım. Bu mikrobu gözümüzle görmekten bile aciz olduğumuzu her an hatırlayarak, “yendik” değil “şifaya kavuşturuldu” diyelim. Hem bir vazifesi de insandaki firavuniyet damarını kırmak olan şu mahluktan şifaya kavuşturulmuş olanlar “Onu yendim” dese, mezkur vazife ifa edilmiş olur mu? Vazifesini tamamlamamış memura paydos verilir mi? Öyleyse bir an evvel hakikatlerin önündeki kalın perdeleri yırtıp atalım ki, aklımız nur-u hakikat ile tenevvür etsin, etsin ki; dilimiz de terbiye-i İslamiye ile edeplensin.
Cenab-ı Erhamürrahimin hepimizin maddi ve manevi hastalıklarına hayırlı şifalar ihsan etsin. Amin…