Galileo Engizisyon mahkemesinde…
Zira ruhunu şeytan çalmış olmadık laflar ediyor.
Dünyanın döndüğünü söylüyor.
Ya tövbe edecek ya da ölecek.
Ve Galileo dilinin altına bir çöp koyar “pişmanım” der.
Mahkeme koridorlarından dışarı çıkarken postu deldirmemenin verdiği garip bir huzurla; “Ne yazık ki dünya yine de dönüyor” der.
Galilei öldürülseydi dünyanın dönmesi duracak mıydı?
Tabii ki hayır…
Lakin bu tarihi olay despotizmin tarihe gülünç düştüğü bir anekdot olmasından dolayı ibret vericidir.
Zira fıtratlar zorbalıklarla asla değişemez.
Ülkemizde de yüzyıllık bir despotizm gülünçlüğü yaşanmaktadır.
Bu milletin fıtratını değiştirmek istediler.
Bu milleti her türlü süzgeçten geçirdiler, giyimini değiştirdiler, harfini değiştirdiler, dilini değiştirdiler.
Hep öldürmek istediler.
Bunun için değişik idam sehpaları kurdular ama her seferinde bu millet dilinin altına bir çöp koymasını bildi.
Ve her seferinde “ben yine de Müslümanım” dedi.
Buna rağmen hiçbir zaman ne onlar bu millete ne de bu millet onlara güvenmedi.
Karşılıklı bir inat devam etti durdu.
Ve bu gün, “ya hep ya hiç”in devreye girdiği bir zaman dilimini yaşıyoruz.
Karşılıklı iki inattan birisi bitecek.
Lakin iki şeyin bitmeyeceğini biliyorum.
Birisi “söz” birisi de “yol”dur.
Her ikisinin bittiği yerde yeni başlangıçların başladığı yer olduğunu da biliyorum…
Mesela sözün bitiği yer başbakan yardımcısına suikast düzenlenmesi ise, başladığı yer “kozmik” odalardır.
Yolun bittiği yer Ergenekon’dan çıkışsa, başladığı yer gladyodur.
Derinliğin bitiği yer sığ sular ise başladığı yer sahili selamettir.
***
Yıllardır bitmeyen bir senfoninin kulak kabartıcısı olmuş çıkmıştık.
Ruhumuzda dinmeyen acıların efsunkâr fısıltıları dolaşır dururdu.
Oysaki ben arabeskle büyümüştüm.
Evimde işyerimde Türk halk müziği çalar, uyurken klasik Türk musikisiyle uyurdum.
Hiçbir zaman “cumhurbaşkanı senfoni orkestrası” beni cezp etmemişti.
O tıngırtıları duydukça cinlerim tepeme binerdi.
O sahneleri dolduran insanlara iğreti bir şekilde hatta acımtırak bir gözle bakardım.
Avam tabiriyle sadece “entel” gözükmek için dinledikleri için hakikaten acırdım.
Bana gerici gözle baktıkları için de kızıyordum.
Hele koskoca bir cumhurbaşkanının senfoni orkestrasının icra edildiği salona hitaben, “işte çağdaş Türkiye budur” deyip sanki birilerine gönderme yaparcasına seslenmesi hiçbir zaman gözlerimden kaybolmadı.
Müzik deyip geçmeyin çok şeyler ifade ediyor.
Devlet millet kopukluğunu anlamak istiyorsanız her iki cenahtaki icra edilen müziklere dikkat edin, sizlere çok şeyler fısıldayacaktır.
Mesela; devlet zorla operaları orkestraları dinletmeye çalışırken, ben en koyu solcu olduğu dönemde bile Mahzuni’yi dinlemeyi tercih etmişimdir.
Mahzuni’nin “yuh yuh”unu bilumum “devlet” müziklerine değişmem.
Tek devlet televizyonunun olduğu zamanları hatırlarsanız (garip bir gerçeği dile getirmek açısında söylüyorum) yılbaşı gecelerinin tek güzel tarafı yasaklı müziklerin ve sanatçıların televizyona çıkmasıydı.
Aksine o sanatçıları geç vakitlere kadar bekletirlerdi ve buna rağmen yüzlerce belki de on binlerce insan bunları dinlemek için o saate kadar beklerdi.
Evet nerden nereye …
***
Şimdi diyeceksiniz ki, “ne alaka…”
Kozmik oda nere devlet-millet müziği nere…
Kozmik oda nere Mahzuni Şerif nere…
Belki size garip gelecek ama bana hiç de garip gelmiyor.
Kozmik odadan herkes ihtilal belgelerin çıkmasını beklerken ben “Mahzuni’yi” çıkarttım.
İsterseniz bu da benim garipliğim olsun.
Çünkü ben kozmik odayı duyduğum zaman bütün geçmişimle birlikte cumhuriyetimizin geçmişi ve toplumsal hafızamıza kazınan dehşet olayların hepsini hatırladım.
Devletimizin bu millete bakış açısını hatırladım.
“Bir köylünün oyuyla benim oyun nasıl bir olacak” diyen bir zihniyeti hatırladım.
“Bu halka cumhurbaşkanını seçme yetkisi verirseniz Said Nursi’yi cumhurbaşkanı seçer” diyen yobazlığı hatırladım.
Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy suikastlarını ve laikliğin meğer kimler tarafında tehlikeye (!) sokulduğunu hatırladım.
On binlerce faili meçhul cinayetleri hatırladım.
JİTEM’i hatırladım.
Bir zamanlar Ecevit başbakanken saldırıya uğramasına sebep olan Kontrgerillayı hatırladım.
40 yıldır ülkeyi kan gölüne çeviren PKK’yı hatırladım.
Hatırladım… hatırladım.. ve en nihayet Mahzuni’yi hatırladım.
Ve Mahzuni’nin “Yuh… Yuh…”unu hatırladım.
Şimdi siz düşünün bu kozmik odalar, jitemler, yeraltına gömülen bunca silahlar, Ergenekonlar ve ufukta gözüken gladyolar...
Bütün bunların hepsi millete yönelik oluşturulan illegal oluşumlar ve faaliyetlerdir.
Gel de yuh çekme.
Bir devlet milletinden bu kadar korkar mı?
İşte bunun için diyorum ya ben artık cumhurbaşkanı senfoni orkestrasının tıngırtılarını duymak istemiyorum.
Bana zorla müzik dinlettirmeyin artık…