Öylesine gün gibi ortada bir gerçekliktir ki, evrenin basitliği iddiasını ya da muhteşem bir dünyada ve bir o kadar da harika bir kainatta yaşadığımıza dair itirazı, aklım almaz bir türlü... Hele sanat ve hikmetçe belki de bunlardan çok daha ileride bulunan bir bedende, adına “insan” denilen böylesine kıymetli bir hayat mertebesinde yaşadığımıza dair şüphede ise bir mantık eseri görmek, hiç mümkün değildir kanımca.
Çünkü her biri kendi başına sanatlı ve hikmetli birer aşama olan ve ulaşmış olduğumuz bu “hali” de kapsayan şu merhaleleri düşünelim bir... En başta bir hiç iken, varlık mertebesine geçebilmek... Hem de bu geçişin sonucunda, girilebilecek -şekil ve sınıf açısından- sonsuz sayıdaki ihtimalden birinde değil de; belli bir türde, ölçülü vasıflarda ve kendine mahsus bir surette bu varlık mertebesine gelebilmek... Ve devamında canlı olabilmek, hayat mertebesine layık görülmek... Hem de o hayat mertebesi içerisinde, bir ruha da sahip olabilenlerden olmak... Ve bunun yanında da şuur gibi, en büyük nimetlerden biriyle teçhiz edilmiş olarak var edilmek...
Yani sonsuz derecede hassas ölçülerle yaratılmak gibi bir harikalıkla beraber, her an o ölçüler üzere var olmaya da devam etmek gibi, belki daha muhteşem bir harikalığı da sergileyen bu muhteşem kainatta, muhteşem bir varlık olarak arz-ı endam etmek; “insan” olmak!...
Daha da önemlisi, Kur’ân-ı Hakîm’in tabiriyle "Ahsen-i takvîm'de" yaratılmanın yanında "Eşref-i mahlukât" ve "Halife-i ruyi zemin" (1) gibi yüksek mertebelere de layık görülmek üstelik...
Ancak ne var ki, böylesine yüce mertebelere ve bu “şecere-i kâinatın en câmi' ve en nazik ve en nazenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi” kılınmasına rağmen (2) insanın kısa bir ömrün sonunda ölümü tadıyor olması gibi bir gerçek; -o kısa ömür, bunca yüksek kıymete ve mertebeye layık bir karşılık olamayacağı için- Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıda gelecek ifadesinde de görüleceği üzere, yeniden dirilmeyi izah eden önemli delillerden biri olarak, bizleri bir tefekkür penceresini aralamaya davet etmektedir:
“İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sâni'i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir. (3)
İşte tam da burada, insan ve kâinat arasında başka konularda farkına varabildiğimiz benzerlikleri ve dengeleri, insanın ve kâinatın ahirete karşı konumları söz konusu olduğunda pek de kuramamamız gibi, çoğumuzun dikkatimizden kaçan bir hataya sözü getirmek istiyorum.
Yeniden dirilmemek üzere ölemeyecek-yok olamayacak derecede kıymetli daha nice hikmetlerle ve sanatlarla yüklü bu “Alem-i asgara” verilen tüm mertebe ve güzellikleri, onun baki bir alemde de devamına dair delillerden biri olarak görebilen zihnimiz; sıra “Alem-i ekber” olan kainata gelince (4), bu alemin ilan ettiği güzellikleri de aynı şekilde böyle bir delillendirmeye tabi tutabilme konusunda çoğu kez hayli gerilerde durabilmekte. Yani böyle bir bakış açısına göre kainattaki bu hikmetin ve sanat eserlerinin alem-i beka ile bağları, Yaratıcısının esmasına sadece bu fani alemde “âyinedar” olabilme uğrunda düzenlenen “bir saatlik içtimada” sarf edilen “on senelik masraf” olarak kullanılabilmekten öteye geçemiyor maalesef.
İnsana verilenler, onun ahirette de devamının birer delili iken; gösterdiği sanata, hikmete ve âyine olduğu isimlere rağmen kainatın tüm güzellikleri, zihnimizin arka planında sadece bu fani alemle sınırlandırılıyor ve bütün bunların, bu alemle birlikte yok olup gidecekleri gibi bir hükme de varılıyor buna göre.
Oysa bunun böyle olmadığına, gördükleri ulvî vazifelerinden ötürü bu fani alemdeki sanat ve güzelliklerin de bekayla mükafatlandırılacağına, "Madem alem-i beka alem-i fenadan yapılacaktır. Elbette anasır-ı esasiyesi, bekaya ve ebede gidecektir.” (5) cümlesiyle işaret ediyor Bediüzzaman Hazretleri... Üstelik, bunun sebebine dair getirdiği izahlardan birini ise, “Fâtır-ı Kerim, düstur-u kerem iktizasıyla bir şeye verdiği makamı ve kemali, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemali geriye almıyor” (6) sözleriyle dikkatlerimize sunuyor.
Nitekim, buna göre gerek insanın ve gerekse de tüm varlıkların yerine getirdikleri o vazifelerini aslında zerreler eliyle görüyor olduklarını hatırlarsak; örneğin ebedi saadeti kazanmış bir insanın, o vazifesini yerine getirirken kullanmış olduğu zerreler de bu şekilde ebedle ödüllendirilirken, başka mahlukların da aynı nitelikteki zerrelerle kendi vazifelerini yerine getirdiklerinde aynı karşılığı bulmamaları, pek âdilane gözükmüyor.
Bu gerçeği izah babında Üstad’ın hayret verici ifadeleri, zaten başka söze hacet bırakmıyor:
“Tahavvülât-ı zerratın ve zîhayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binasına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve manidar olmaktır. Güya cism-i hayvanî ve insanî hattâ nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kışla, bir mekteb hükmündedir ki; camid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdeta bir talim ve talimata mazhar olurlar, letafet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekaya ve bütün eczasıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler. (7)
Hem madem şu dünyanın pek çok âsârı ve maneviyatı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı amelleri, sahaif-i ef'alleri, ruhları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor. Elbette o semerata ve manalara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrat-ı arziye dahi, vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, yani nur-u hayata çok defa hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihata medar olduktan sonra şu harab olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerratı dahi öteki âlemin binasında dercetmek mukteza-yı adl ve hikmettir. Ve şu hakikattan pek muazzam bir "Kanun-u Adl"in ucu görünüyor. (8)
Demek ki, tıpkı, değil sadece insanın, tüm varlıkların ve zerrelerin dahi ahireti ders veren birer ayet olmaları gibi; sadece vazifesini yerine getiren insanın değil, vazifesini yerine getiren tüm zerrelerin dahi alem-i bekada mükafata kavuşmaları gerekiyor.
Şimdi birer habbe gördüğümüz bu zerrelerin, aslında birer kubbe liyakatiyle mutlu sona ermeleri İlâhi adaletin gereği oluyor yani.
Zerreler ve hikmetli vazifelerinden hareketle tüm mevcudatı, belki bu açıdan ahiretin apaçık delillerinden biri olarak görmemizi daha iyi sağlayabilecek ilgili bahsi (Otuzuncu Söz, İkinci Maksad, Üçüncü Nokta) bu gözle tekrar okumanın gerekliliğini hatırlatırken; sözü yine de, ahirete dair en kısa yoldan ulaşabileceğimiz bir delile, yani kendimize tekrar getirerek noktalıyorum:
“Hem zannetme ki, haşre delalet eden kâinatın âyât-ı tekviniyesi, şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hâyır, belki ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki; bir vechi Sâni'a şehadet ettiği gibi, diğer vechi de haşre işaret eder. Meselâ: İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sâni'i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir. (9) (Koyulaştırmalar bana ait, M.Kurt)
Kaynakça:
1- "ıÜüHatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi..." (Bakara Sûresi-2/30); "ıÜüBiz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. ... yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık." (İsrâ Sûresi-17/70) ; "ıÜüSizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur..." (Fatır Sûresi-35/39); "ıÜüBiz insanı Ahsen-i takvîm'de yarattık." (Tin Sûresi-95/4)
2- Sözler, s.80.
3- a.g.e, s.89.
4- Alem-i Asgar: Küçük alem, insan. İnsanın kainatın küçültülmüş bir numunesi olması konusunda pek çok İslam mütefekkiri, birbirini teyid eden yorumlarda bulunmuşlardır. Örneğin M.Akif ERSOY aynı konuya “İnsan” adlı şiirinde, özellikle de:“Musaggar cirmin amma gâye-i sun’-i İlâhisin / Bu haysiyyetle pâyânın bulunmaz, bîtenâhîsin” mısralarıyla değinirken, bu şiire ilham kaynağı olarak, Hz. Ali (R.Anh)’in şu sözünü, şiirine ‘serlevha’ olarak nakletmektedir: “Ey İnsan! Sen kendinin küçük bir cisim olduğunu sanırsın. Ama bütün âlem senin içine sığdırılıp gizlenmiştir.” (Safahat,Çağrı Yay.,İst.2006,s.65)
Mevlâna C.Rûmî Hz. de aynı hakikati tasdik bâbında: “Sûrette âlem-i suğra sensin, manada âlem-i kübrâ sensin” derken; insanı sahip olduğu maddî ve manevî iki yönüyle de aleme denk saymaktadır. Mevlâna Hz.ne göre insan fizikî olarak barındırdığı hususiyetleri bakımından küçük alem; ruhundaki müthiş yetenekleri, rütbesi ve vazifeleri açısından ise kainata eş olarak, o büyük alemin de kendisidir. (http://www.sufizmveinsan.com/aksam/fususs115.html' den atfen) Mesnevî-i Şerîf,4.Cilt.
İnsanın kainat karşısındaki bu konumu hakkında Bediüzzaman Hz. ise: "ıÜüİşte insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ve en nâzik ve nâzenin bir mucize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misâl-i musağğar sûretinde yaratmıştır."(Sözler, s.312) ve "ıÜümahiyet-i insaniye şu kainatın bir misal-i musağğarı olduğundan, adeta alemde ne varsa, insanda numunesi vardır." (a.g.e.,s.281) gibi sözleriyle, insanın kainatla münasebetini; yine"insanın küçültülmüş örnekliğiyle" özetlemektedir.
Aynı düşünceyi ifade eden sözlere dair örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.
5- Sözler, s.532.
6- a.g.e., s.556.
7- a.g.e., s.554.
8- a.g.e., s.556.
9- a.g.e.,s.89.