(Daha önce yayınlanmış olan “büyük hedefler, yüksek lezzetler” isimli yazımızın bir parçası özelliğinde olan bu yazımızın önceki yazımızla birlikte değerlendirilmesini ve okunmasını tavsiye ediyoruz.)
İnsanın maddi ve dünyevi yaşayış itibariyle kıymeti yok hükmündedir. Ne kadar çabalarsa çabalasın, ne yaparsa yapsın sonunda toprağa girerek çürüyecek bir maddeden ibarettir. Gücü de, sermayesi olan ömrü de, çabucak yok oluverir. Buna rağmen ne kadar hassas, duygusal, incinebilir, nazik bir yapıdadır öyle değil mi?
İşte kendine güvenen insanın akıbeti ve dünyası böyle göründüğü halde, kulluk yönüyle kıymeti çok başkalaşıyor. Adeta ibadet yönünü işleten bir insan, “derdim, dermanım oldu” sözünü kendi haliyle okuyor ve yaşıyor. Çünkü kulluğu sayesinde o çok aciz ve fakir olan insan, sonsuz bir kuvvete ve zenginliğe sahip birini buluyor, müthiş bir güç ve zenginlik kaynağına kavuşuyor.
Bir önceki yazımızda yer verdiğimiz müthiş hadisi tekrar hatırlayalım. Mü’minle günahkârın durumu şöyle anlatılır: “Mü’minin misâli, görünüşte harabe bir ev gibidir. İçine girdiğin zaman onu düzenli ve süslü bulursun. Günahkârın durumu ise çekici, şa’şalı ve görenlerin hayretini çeken bir kabir gibidir. İçi kokuşmuş maddelerle doludur.” (Suyutî, Câmiü’l-Kebîr, 5:427)
Aynı manayı izah eden 23.Söz’deki bir misalde[1] insanın bir saraya veya eve benzetilmesi, gerçekten çok düşündürücü. İnsanın içindeki akıl, ruh ve kalp gibi kıymetli manevi cihazların önemli ve yüksek vazifelerinin ihmal edilmesi ve hatta bu duyguların nefsin emrine verilmesi, bir evin kapıcısının yönetici yapılmasına, yöneticinin ise kapıcıdan emir almasına benzetiliyor.
Şu şekilde düşünerek misali zihnimizde daha da somutlaştıralım: bir okul müdürü düşünelim, bir de öğretmenler. Öğrencileri eğitmekle ve okulun idaresiyle görevli bu memurların, bu ciddi ve önemli vazifelerini terk ederek ve yetkilerini kötüye kullanarak, tüm öğrencileri derslerinden çıkararak ve dersleri iptal ederek okul bahçesine çıkarttığını ve ayartıcı müzikler çaldırarak eğlendirdiklerini hayal edelim.
Olayı daha bir vahim hale getirelim. Üstelik öğrencilerin dünyevi hayattaki istikballerini belirlemede önemli rol oynayan üniversite sınavına hazırlanma sürecinde bunu yaptıklarını farz edelim. Nasıl bir ortam oldu? Şimdi bu çekici, süslü ve şa’şaalı parti ortamını gören hangi aklı başında veli, böyle bir durumdan rahatsız olup, hatta iğrenip feryat figan etmeyecektir? “Biz size evlatlarımızı emanet ediyoruz, sizin yaptığınıza bakın, sizler aklınızı mı kaçırdınız, sizleri hemen yetkili makamlara şikâyet ederek en şiddetli cezaları almanızı sağlayacağız ve siz ey sorumsuz müdür, sizi müdürlükten attırana ve siz ey ahlaksız öğretmenler, sizleri de meslekten ihraç ettirene kadar uğraşacağız” demeyecekler midir? Ne dersiniz?
Evet, okulun bu şekildeki çekici görünümü aldatıcıdır ve doğru bir şey değildir. Okulun okul gibi olması ve müdürün müdür gibi, öğretmenlerin öğretmen gibi hareket etmeleri gerekmektedir. Öğrenciler dersliklerde ders almalı ve ancak teneffüs arasında bahçeye çıkıp serbestçe ama kontrollü vakit geçirmelerine müsaade edilmelidir. Önemli vazifelerini yerine getirmeli ve ihmal etmemelidirler. Peki, bu tablo size çok mu sıkıcı geldi diye soralım ne dersiniz?
Cevap: bir okul, olması gerektiği kadar sıkıcı olmak zorundadır, yoksa okul, okul olmaktan çıkacaktır ve telafisi mümkün olmayan zararlar doğacaktır. İşte, bir insanın bedeni okul gibidir. Tüm duygu ve kabiliyetleri öğrencilerdir. Sınavlarına hazırlanması gereken bir öğrenci gibi eğitim alması gerekli olan nefis, iman dersleriyle bir müdür rütbesine çıkan akıl tarafından idare edilmeli ve ibadetle terbiye edilmeli ve gayr-ı meşru lezzetlerden uzak tutularak düzene uyması sağlanmalıdır.
Akıl, ruh ve kalbin Allah’ı tanımak ve sevmek gibi manevi meşguliyetleri, onun hakikî lezzetleridir ve gerçek vazifesidir. Bir okuldaki öğrenciler gibi, bir insanın da bu dünya misafirhanesinin imtihan salonunda ve Kur’ân’ın kâinatın sırlarını ve hikmetlerini ders verdiği ilahiyat anfisinde uyması gerekli kurallar ve tabi olması gerekli ilahi bir düzen vardır, çiğnememesi gerekli ilahi yasaklar vardır, öğrenmesi gerekli bir ders programı vardır. Tabi, bir taraftan meşru dairenin keyfe kâfi olduğunu, diğer taraftan da bu ders programının sadece geçici olduğunu, sınavdan geçilip dereceler alındığında, yüksek mükâfatların verileceğini, mezunların göz alıcı mevkilere yerleştirileceklerini göz önünde bulundurmak ve ona göre çalışmak gerektir.
Netice olarak, bu dünya fanidir ve insan onda az duracaktır. Vazifesi çok olan bu misafirler, misafirhane sahibinin maksatlarına uygun hareket ettikleri ve emirlerine uydukları nispette, asıl ziyafet yerinde memnun edileceklerdir.
Bu imtihana ciddi çalışmak, insana kazandırdığı büyük neticelerle ve insanı kurtardığı dehşetli tehlikelerle kıyaslandığında, o kadar rahat bir iştir ve imtihanda başarılı olmak için gerekli olan şeyleri yerine getirmek, o derece kolaydır ki, tarif edilmez.
Ders müfredatıyla (yani iman hakikatleri ile) meşgul olmak ise, tadına doyulmaz derecede zevkli, maceralı bir seyahattir.
[1] Risale-i Nur, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 23.Söz’ün İkinci mebhasının ikinci nüktesi