Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Sözler adlı eserindeki 11. Sözün muhtevâsına baktığımız zaman; insan ve kâinatın muammasını çözdüğü gibi, namaz hakikatının tılsımını da çözmektedir.
Allah Teâla kâinatı insan için, insanı da ibâdet için yaratmıştır. Namaz, kâinatın en mühim neticesidir.
Bu önemindendir ki, yüce Rabbimiz Resûl-i Ekrem’e (asm); “ âilene namazı emret!” (Tâhâ sûresi, 132) buyurmuştur.
Ekser peygamberlerin babası olan Hz.İbrâhîm (as); “Yâ Rabbî! Beni ve zürriyetimden bir tâifeyi namazı hakkıyla ikame edenlerden eyle !” (İbrâhîm sûresi, 40) diye niyazda bulunmuştur.
Her gün beş defa Cenâb-ı Hak tarafından çağırılan insan, bütün kâinatın imâmı ve temsilcisi olarak, bütün mevcûdâtın ibâdetlerini kendi ibâdeti içine alıp âlemin Hâlıkına takdîm etmektedir. Bir nevi beşeriyetten soyutlanarak mücerret bir ruh hâline gelmekte ve en yüksek rütbeye ulaşmaktadır.
Bu sırdandır ki, namazda insan kelâmı konuşmak yasaklanmış, kırâetin ve dualarla zikir ve tesbîhlerin Arapça olmak kaydıyla Allah’ın kelâmı ve Resûlullah’ın hadîsi olma mecbûriyeti konulmuştur.
Resûlullah (sav)’in pek çok mi’râcı olmuştur. Bunlardan ikisi mübârek cismiyledir. Birisi; peygamberlik görevi verildiği zamanki mi’râc, diğeri de bildiğimiz büyük mi’râcdır. Hz.Peygamber (asm)’in her bir namazı bir mi’râcdır. Mü’minlerin namazı ise, küçük mi’râcdır.
Kul , bu yüce divanda, arada hiçbir vasıta olmaksızın her türlü dilek ve ihtiyacını, bizzat Allah'a arz eder, O'na sığınır, sâdece O'ndan yardım diler. Bu hal ile, Peygamberimizin, Mi'rac'da gerçekleşen Allah ile mülâkatı hâdisesi, namaz içinde sembolik olarak yaşanmış olur. Bu sırdan dolayıdır ki, Peygamberimiz (sav), "Namaz mü'minin mi'râcıdır" buyurmuştur.
Allah Resûlü (s.a.v)’in rûhen mi’râcı ise, meşhûr olan görüşe göre yirmi sekiz defa gerçekleşmiştir.
Evet namaz; kul ile Allah arasında bir bağ, bir nisbettir, bir çeşit mi’râcdır.
Üstad Said Nursî (ra) mi’râcı anlatırken, çoğunlukla cismen mazhar olduğu mi’râcı değil, rûhî mi’râclarını da anlatır.
O zât-ı Zîşân (asm), maddî ve mânevî bütün mi’râclarında, mertebeleri kat’ ettikten sonra Cenâb-ı Hakk’ı görmüştür. Burada hemen şunu tekrar ifade etmeliyiz ki, Allah Teâlayı beşerî gözle görmesi iki defa tahakkuk etmiştir.
1-İlk vahiy gelip risâlet görevi verildiğinde, Ef’âlinin tecelliyâtını ve Zât-ı Akdes-i İlâhî’yi görmüştür.
2-Cismen (ruh ve cesetle birlikte) Mi’râc’a çıktığı gece; Ef’âl, Esmâ ve sıfât-ı İlâhî’nin tecellîleri ile Zât-ı Akdes-i İlâhî’yi görmüştür.
Yani bu iki mi’râcda beşerî gözüyle Cenâb-ı Hakk’ı görmüş, diğer mi’râclarda – ki her namaz bir mi’râcdır- tecelliyât-ı ef’âl ile Zât-ı Akdes-i İlâhî’yi görmüştür.
“ Sonra şu kâinâtın yüzlerinde değişen mevcûdât ayinelerinde cemâl ve celâl ve kemâl ve kibriyâsının izhârına karşı “Allahu Ekber” deyip, ta’zîm içinde bir aczle rükûa gidip, mahviyyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler.” (Sözler, 11.Söz)
Zât, sıfât, esmâ ve ef’âlinin her birinin güzel olması ve sonsuz rahmet hazineleri bulunması, “cemâl” tecellîsidir. Buna karşı “Elhamdülillah” kudsî kelimesiyle karşılık verilir.
Bu isimlerin pâklığı ve kudsiyyeti ise; “celâl” tecellîsidir ve “Sübhânallah” kelimesiyle mukabele edilir.
Bütün kemâl sıfatları “vücûdî” olup Allah’a mahsusutur. Noksan sıfatlar ise, “ademî” olup mevcûdâta aittir. Meselâ; kudret, gına, bekâ bir kemâl sıfâtıdır. Acz, fakr, fenâ ise birer noksan sıfattır.
Kibriyâ sıfatı ise; celâl, cemâl ve kemâl sıfatlarının bütününe bakmaktadır. Hem celâlli, hem cemâlli, hem de kemâlli olan bütün esmânın “Vahdâniyyet ve Ehadiyyet” tecellîleriyle en küçük zerreden tâ Arş-ı A’zam’a kadar her şeyi kuşatmasıdır.
İşte mü’minin asıl görevi, hal ve kal lisanıyla bu isimlerin tecellîlerine hem namazda, hem de sair zamanlarda muhatap olduğunun şuûr ve idrakıyla, “kıyâm, rukû, secde, hamd, tekbîr, senâ ve tesbîh “ ile Onun huzurunda bir nevi mi’râcda olduğunu düşünüp, Mi’râc-ı Nebevî’nin gölgesi altına girmesi ve hayatından gâfil olmamasıdır.
Mi’râc rûhu, aynı zamanda şahsiyetçilik ve ferdiyetçilikten de insanı uzaklaştırır.
Hazret-i Peygamber (asm); (6. Şuâ ve 15. Şuâ da da ayrıntılarıyla anlatıldığı gibi), tahiyyelerini Cenâb-ı Hakk’a arz ederken kendi nâmına değil, bütün kâinat nâmına sunarak “ Ey Ma’rûf ve Ma’bûd! BİZ sana ibâdet ederiz ve ibâdetimizi sâdece Sana has kılarız” hakîkatıyla bütün varlıkların diliyle iltica eder.
Ma’rûf olan, meşhûr olan Allah’tır. İbâdet de “biz” olarak O’na mahsustur.
On birinci Sözde dikkati çeken bir husus da şudur: Üstad, namazdaki sırları açıklarken, namazdaki sıraya göre değil, seyr-i sülûkun, yani aklî ve kalbî seyahatın âdâbına göre ve şu küçük mi’râc olan namazda alınan derecelerin ve basamakların sırasına göre açıklamıştır. Bu sırlar namazın bir rüknünde veya zikrinde daha fazla görülse bile, namazın her tarafını kuşatmış, sanki namaz bu sırların bir karışımı olmuştur. Namaz, en güzel şekil ve kelimelerden meydana gelmiştir: Namazın içinde yaygın bir vaziyette , tekbir, tesbih,tevhid, hamd, şükür, medh ü senâ, hürmet, tevazu',ilticâ, tazarru' ve niyaz, bütün mü'minler için hayır ve dua, Peygamberimize salât ü selâm bulunmaktadır. En mühimi de Kur'an okumak gibi bir ibâdetin var olmasıdır.
Namaz, aynı zamanda kulun bir seyir ve temâşâ merasimidir.
Müezzin, bu merâsime ve rûhânî yolculuğa bütün insanlığın, belki kâinatın vekili olarak çağrıda bulunur.
“Kad kameti’s-salâtü” ifâdesiyle arkada hazır duran bütün varlıklar adına Rabbın huzurunda el bağlamaya dâvet vardır.
Sadece gafil insanlar ve şeytanlar bu büyük merâsimde bulunmaktan kaçınırlar.
Onun için, Hadîs-i şeriflerde, ezan okunduğu zaman Şeytanın kaçarak o bölgeyi terk ettiği, namaza durulduğunda vesvese vermek üzere tekrar geri döndüğü ifâde buyurulmaktadır.
Bu çağrı, kurtuluş ve saâdetin ancak Allah’a imân ve teslimiyette olduğunun bir ilânıdır.
Bu çağrı, Resûlullah’ın mi’râcının sırrına erme, onu yaşama ve yaşatma çağrısıdır. Bütün mevcûdâtla birlikte kutsal yolculuğa çıkma çağrısıdır. Huzur ve sükûna, aşk ve şevke erme ve erdirme çağrısıdır.
Gün, “işittik ve itaat ettik” diyerek boyun eğme günüdür.
Bu kutlu çağrıya uyanlar felah bulur, reddedenler hüsrâna uğrar hafizanallah…