Küçük portakal ağacının serüveni

Tülay KARATEKİN

İlk kitabımı on yaşında yazdım… Ama ne yazık ki basılmadı. Canım babam okulda kendisine sunduğum kompozisyonları çok beğenmiş olacak ki: “Tülay hadi sen hikâyeler yaz ben de matbaaya götürüp bastırayım bir hikâye kitabın olsun hatta okullara bile dağıtırız” deyince yerimde duramadım desem yeridir. Hemen işe koyuldum okulun dolabından bir deste saman kâğıdı, bir kurşun kalem, bir silgi ve açacak… Artık küçük bir yazardım. Allah’ım bendeki o gururu görmeliydiniz. Dünyadaki en iyi, en mükemmel, en başarılı, en, en, en… Kısacası en mutlu insanı bendim.

Tamı tamına üç tane minik hikâye yazdım. Yayımlandı mı diye sorarsınız. Hayır. Nedenini hatırlamıyorum şu an. Herhalde babam yoğun işleri arasında pek fırsat bulamadı. Ama ona kesinlikle ne kızıyor ne de sitem ediyorum, aksine ona teşekkür borçluyum; çünkü beni bu güzel arkadaşla tanıştıran ve beni yüreklendiren odur.
Hayatın ayrıntılarda gizli olduğunu düşünürüm hep, bu küçük hatıra ileride benim edebiyat bölümünü seçmemi sağlayacak kadar güçlü bir ayrıntıdır. İlk hikâyemin adını merak etmişsinizdir belki: “Küçük Portakal Ağacı.” Portakalın hayatımda gerek rengi gerek nasıl yetiştiği hususunda önemli bir yeri vardır. Benim doğduğum yörede portakal yetişmez. O yüzden kendilerini ağaçta görme şerefine erişememiştim. Bir başka yönü de renginin turuncu oluşu, bu renk ana renklerden değil farkındaysanız. Güneşten kopmuş bir hali var yani portakalın. Neyse portakala bu kadar iltifat yeter sanırım.

Bu küçük portakal ağacı biraz fazlaca meraklı ve memnuniyetsizmiş, bulunduğu yeri, yetiştiği bahçeyi pek beğenmiyor, hor görüyormuş. Çevresinde bulunan yaşlı ağaçlar bu hırçın genci ikna edemiyormuş. Bulunduğu yeri çok ıssız ve sessiz bulan kahramanımız kalabalık yerleri hayal ederek yaşayıp gidiyormuş. Ve bir gün birkaç adam bizimkini yerinden toprağından söküp atmışlar kamyonetin arkasına, evet yolculuk başlıyor. Bizimkinin mutluluğunu tahmin edersiniz, ağzı kulaklarında… Kahramanımızın yeni yeri işlek bir cadde kenarı, anlayacağınız tam hayallerindeki gibi hareketli cıvıl cıvıl bir yer. Günler günleri, aylar ayları kovalar zamanla bizimkinin egzoz gazlarından yaprakları sararmaya yüz tutar. İlgisizlik ayrıca susuzluk iyice yıpratmıştır fidanı, buna bir de haylaz çocukların dallarını kırma girişimleri eklenince bizimki yeni hayatından bezmeye başlar. Ve böylece vatanının kıymetini anlar; ama nafile iş işten geçmiştir artık küçük portakal ağacı kurumaya başlamıştır. Acı son…

İşte böyle beni yüreklendiren ilk yazımı, yazdıklarımı başkalarına okutup takdir toplama endişesiyle kaleme aldım. Kitabım basılacak hem de on yaşında, gururumu okşayan bu düşünce güzel bir sebepti yazmak için. Hayatım boyunca içimde duyumsadıklarımı bir şekilde dışa vurmak için yazdım. Bazen günlüktü yazdığım, bazen hatıra ve derken deneme. Çoğu zamanda resim yaparak döktüm içimdekileri. Resimle yazıyı hep bu yüzden eşleştiririm; çünkü özgür bir şekilde ruhtakilerin dış dünyaya yansımış şekilleridir. Biri renklerle, şekillerle; biri de kelimelerle aslında ikisi arasında bu açıdan hiçbir fark yoktur. Dikkat edilirse yazarların resim sanatıyla da iç içe olduğu görülür. Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Orhan Pamuk bu düşünceye güzel birer örnektir. Ben bu soruyu kendime hiç sormamıştım; çünkü buna gerek bile duymamıştım. Niye yazıyorum? Gereksiz bir soruydu. Ben niye yemek yiyorum ya da neden su içiyorum gibi saçma bir sorudur bu. Çünkü benim için yazmak yemek yemek, su içmek gibi bir ihtiyaçtı. Kimi içindekileri bağırarak, şarkı söyleyerek, kırıp dökerek v.s rahatlar. Ben de yazarak rahatlıyorum.

Şair ve yazarların yazdıkları şeyler sadece kendi kafalarında kurdukları saçmalıklardır. Bu saçmalıkları, hayal ürünü şeyleri unutulmamak, gelecekte hatırlanmak kaygısıyla yazdıklarını da hiç sanmıyorum.
Yazar herkesin gördüğü sıradan şeyleri farklı şekillere sokan, farklı şekilde hayal eden kurcalayan onu bazen kişileştiren duyarlı insandır. Bir menekşeyi üzerindeki şekil itibariyle iki gözü ve ağzı olan bir insana benzetmeyi becerebilen kişidir. Beynine sınır koymayan, kilitli kapıları zorlayarak açmaya çalışan meraklı, duyarlı, yaratıcı düşünce yapısına sahip olan insandır. Kale herkes için geçmişte savaşlara sahne olmuş taş bir yapıdır. Ama iyi bir yazar o kalede yürümüş askerlerin ruhlarını hissedebilmeli, ayak seslerini duyabilmelidir. Kale zindanlarında ölümü beklemiş insanların gözlerini hayal edebilmelidir. Onlar için üzülebilmelidir. Duyarlı bir ruh hali ve yaratıcı düşünce bundan sonra iş kâğıda süslü cümleleri çizecek kaleme düşer.

Yazı yazmanın zamanla gelişen, geliştikçe de güzelleşen bir yönü vardır. Ben ilk yazılarımı hep başkaları adına yazardım. Kullandığım özne hep üçüncü tekil şahıs yani kim olduğu bile belli olmayan “o” idi anlattığım ise hep kendim… Ne güzel bir çelişki değil mi? 
Bunu zamanla kırdığımı düşünüyorum (birinci tekil şahıs) Bunda hiç şüphesiz ara ara yazdığım günlüklerin payı büyüktür. Zamanla kendimi de ekledim yazdıklarımın içine kendi sızılarımı, çılgınlıklarımı, kırgınlıklarımı yazdım. Böylece başka kahramanlar üzerine kurguladığım yazılarım da güzelleşti, daha bir sağlamlaştı her şey. Yazdıklarım emanet değil tamamen benim cümlelerim artık, tüm ruhumla içindeyim yazdıklarımın.

Neden yazıyorum sorusunun dışında yöneltilen bir diğer klasik soru da nasıl yazdığım hususunda olmuştur. Yatağımda ya da yerde bir minderin üzerine oturur ve hala saman kâğıdı kullanırım. Rengi nedense sıcaklığıyla bağlıyor beni kendisine. Kurşun kalemim ve silgim… Silgiyi pek kullanmıyorum aslında çünkü silgi kullandığım an hayal dünyam dağılır ve kaldığım yerden dalamam yazıya yanlış kısmın üzerini karalamak tercihimdir, genelde de öyle yaparım.
Yazmak için belli saatlerim vardır. Gece yazdığım yazılarım gün içerisinde yazdıklarımdan her zaman daha güzel olmuştur. Geceleri seviyorum sessizlik ve karanlık insanın içindeki gizli inine sığınması için meydana çıkan iki canavar kesiliyor adeta. İşte o zaman ben de hayatın koşturmacasından çekilip kendime sığınıyorum.

İçimden geldiği gibi, olduğu gibi yazıyorum. Arada kullanılmışlık hissi hırpalıyor beynimi… Sanki içimdeki ses söylüyor bu kelimeleri benden ayrı bir şey… O anda geliveriyor aklıma hiç gelmeyecek şeyler bir anda çıkıp geliyorlar işte o zaman bedenim yazı yazmak için kullanılıyor hissine kapılıyorum. Yazı bittikten sonra “ Hadi canım ben mi yazdım bunları” deyişim hep bu yüzdendir. Yazarken müzik dinlemeyi çok seviyorum her ne kadar ben başka bir âlemde yol alıyor olsam da gecenin ıssızlığında yol arkadaşı oluyor bana.

Kâğıdı kalemi elime alır ve adeta doğum sancısı çeken bir kadın gibi kıvranırım yerimde hemen başlayamam yazmaya saçımı kurcalarım, kâğıt yırtarım ama aklımda ve içimde yazacağım kelimeler müthiş bir parlaklıkla yanıp yanıp sönmeye başlar. Uzun bir süre hangisini alıp gökyüzüme takacağıma karar vermekte zorlanırım. En sonunda içlerinden birkaçını seçerim ve artık kâğıdın en üst sırasındalar. Sonra da kafam da bir taslak oluştururum. Şöyle gelişmeli, şunu da eklemeliyim, şöyle sonlanmalı gibi. Ana hatlarıyla yazım hazırdır artık. Seçilen ilk kelimelerden sonrası çorap söküğü gibi gelmeye başlar. Karalama kâğıdı kullanmayı tercih ediyorum genelde, temize geçtiğimde imla hatalarımı da kontrol edebileyim diye.

Dediğim gibi yazmanın doğal ihtiyaçlarımdan hiçbir farkı yok. Kimi televizyon izlemeyi, kimi futbol oynamayı, kimi de gezmeyi çok seviyor ben de yazmayı. Yalnız başıma odama çekilip kendime yeni bir âlem kurmayı ve bu âlemde dolaşmayı, kahramanlarımı bir ağaç arkasından seyretmeyi seviyorum. Sonra yazdıklarımı tekrar tekrar okuyup o memnuniyetle uykuya dalıyorum.

Romanların hayatımda önemli bir yeri vardır. Roman yazma isteğini ve bu geleneği insanın “tanrılaşmaya merakı” olarak algılarım. İnsanoğlu her zaman bir şeyleri yapma ve üretme, her şeye hâkim olma çabası içerisindir. Kimi bunu sanatın başka dalları ile kimi bilim, teknoloji ile ortaya koymaya çalışır. İşte romanlar bu duygunun en belirgin şekilde yansımasıdır. Tek başınıza yeni kaderler yazıyorsunuz.
Yazar yeni bir âlem kurar kahramanlarını kendisi seçer, evleri, sokakları, bahçeleri, dağları kendi dilediğince kurar düzenler olabildiğine özgürdür. Ama her ne kadar yazılmış olunsa da âlemdekilerin, yaratılmışların bir kopyası olmaktan ileri gidememek ne gariptir!

Yazıyı güzelleştirmenin ve geliştirmenin yolu okumaktır. Okuma sayesinde yeni kelimeler öğrenilir ve böylece adlandırılamayan duygular bir nebze de olsa hayat bulur. Yeni kelimeler de yeni cümleler demektir. Farklılık demektir. Okumayan bir yazar sürekli aynı kelimelerin etrafında dönüp dolaşacaktır. Mesela “ayrımındayım”  kelimesinin bir şeyleri bu kadar güzel ifade edebileceğini Canan Tan‘ın Piraye’sinden öğrendim. “Eşik” kelimesi Tanpınar’la özdeşleşmiştir adeta. Orhan Pamuk’un babasının bavulunu açtığı zaman duyduğu “seyahat kokusu” bu kokuyu hissetmemi düşündürecek kadar güzeldi.

Yazmak ilham işi değildir. Pamuk’un da dediği gibi adeta “iğneyle kuyu kazmak” gibidir. İlham kelebeği denen şey aslında yaratıcı düşüncedir ki bu da az çok her insanda vardır. İşte bu düşünce yazarak ve okuyarak gelişir, güzelleşir; işlenmese de yerinde sayıklar durur. O nedenledir ki birçok insan içindeki söylenmemiş şarkıyla gömülür…

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (7)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.