Yol açıp hedef gösterme, yön tâyin etme ve tecdid hareketi istikametinde telif ettirilmiş eserleri , gazete gibi okuma aymazına düşmeden, onu tam bir külliyat bütünlüğü şuurunda kalarak muhafaza edip, tefhim edebilmek, önceki devir ve dönemlerden daha büyük bir zarûretle bizim, bugünün kâmil insanının daha sarsıcı ve sarıcı, aynı zamanda da yorucu bir problemi hâline gelmiş de geçiyor bile...
Böyle bir meselenin - ya da vahdet-i meselenin - idrâkinde bulumnuş, kişileri topyekün ümmet hukukunu - hukuk-u ibadı - üstlenmek gibi bir vebalin altına iter, kul hakkını sırtlamak gibi bir azim teklif sırrına mazhar eder.
Halbuki en âzâm mesele olan iman ı kurtarma , muhafaza etme, takviye ve kemâle erdirme gibi vazifeler, hem vicdanî, hem de hikmet, hakikat noktasından her vakit ön plandadır; aklın - târifi Muhakematta- ve naklin bunu iktiza ettiği de bir bedahet hissiyle zihinlerdedir.
Bu zamanda en büyük bir vazife, imanı kurtarma ve muhafaza etme vazifesidir ifadesiyle sırt sırta vermiş pek çok beyân hadiseye parmak basar, takva ve amel-i saliha denilen meselenin, ferâizi yapmak şeklindeki yönlerini gözardı ediş gibi bir hâle düşülmediği de ayan beyan görünmektedir. İman mücmel bir tasdikten ibaret değildir. Amel-i saliha dahi imanın cüzüdür. Şeklindeki İşaretteki izah, ne muhteşemdir.
Risale-i Nur Külliyatında bir tek kanatlılık düğümü ve gözboyaması bulunmadığı hâlde, bir kısım ehl-i diyanette yaygınlaştırılmış öylesi bir kanaatın kaynağını anlamakta zorlanmamız, biraz da güzel zannetme gibi bir vecibeyle karşı karşıya olduğumuza verilmelidir. Şahsî faziletinden veya yaptığı hizmetin fonksiyonundan ötürü , Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin , Seni kırk senelik bir talebem olarak kabul ediyorum. dediği Zatın ve çevresinin , Külliyattan istifade etmiş zümreleri tek kanatlılık ile tenkit etmelerini düşündürücü buluyoruz.
Bü tür aykırılık ve tutarsızlık kokan düşüncelerin temel saikinin sâdece bir tane veya yegâne olarak görebilen, muhakeme-i akliyede noksan itabına mâruz kalmak istemeyenlerdeniz. Fakat içlerinde en büyüğünün meselenin künhüne vâkıf ve vâkıf olunan hakikata da teslim olamama gibi bir eksiklikten geldiğini farzetmekte de bir beis görmüyoruz.
Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa, Benden ders alıp sevahp kazandırsınmlar. Düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir. Öylesi bir idrâk kuvvesine zıt hâlle hemhal kişileri insafa çağırmak, hem bir boyunborcumuz, hem vicdanî vazifemiz...
Çok emarelerle anlamışız ki , bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz ve ... risaleler kendi malım değil, Kuranın malı olarak , Kuranın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz gibi mecburiyet tahtında fâşedilmiş beyânlardan da anlıyoruz ki Risale-i Nur Külliyatını indî görüş ve dünyevî, arzî - veya akademik- bakışlar altında tefhim etmenin imkân ve ihtimali yoktur.
Ehl-i siyaset eserleri tam anlamaz. Anlasa da yanlış mânâ verip ilişir şeklindeki ihtar da meselenin ne olduğunu ayan beyan gösterir. Günümüzdeki pek çok anlayış öylesi bir zaviye ile mânâlandırmalarda bulunmasında, anlamamalarında veya yanlış ve bozuk anlamalarında pek o kadar şaşılacak bir hâl yoktur doğrusu...
***
Herhangi bir müellifin Külliyatını bile anlamak, tefhim ve idrâk için, nce onun hâdiselere ve insan hislerine hangi bakış açısıyla yaklaştığını izan mecburiyeti - herhalde - tartışma bile götürmez. .......Bilmecburiye ilan ediyorum ki , ihtiyarımız ve haberimiz olmadan birisi bizi istihdam ediyor. Biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki , şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyata ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyle ise inayetleri bağırarak ilan etmeye mecburuz. şeklindeki temel bakış açısına sahip olmadan Külliyatı anlamaya çalışma gayretinin adı, tefhim değil, ancak tevil olabilir. Öyle bir tevil ki, akılla naklin çatışma hâli (Muhakemat) ortaya çıktığında mevzubahs naklin, nüsus ve ahkâmın ruhuna ters düşmeyecek bir mânâlandırma; kıymetlendirme değil de, zarûret var zannı ile hareket eden çağımız insanının , yani nefis ve hevaların hâdiseyi kendine yontma, - kendini avukat gibi müdafaa etme - bedbahtlığını çizip hakikatı tersyüz eden bir tevil!
İslâm müntesiblerinin hem ferdî, hem içtimaî münasebetlerinde su-i zann ve su-i niyyet gibi menfiliklerden azâde olma mesuliyeti içinde bulunma şartını idrâk edenlerdeniz. Pek çok tenkit sahibinde, bu bakış açısına inanmama hâdisesine şahit olduğumuzu dememiz bir mahzur doğurmaz kanaatındayız.
Böyle inanmamıza ve kabul etmemize rağmen, bu nevi tenkitlerden habersiz ama kendini - her şeye rağmen - talebe bilen bir kısım insanımızın bile aynı safiyâne anlayışı sahiplenir görünmesi, meseleyi gündeme taşıma ihtiyacı doğurdu diyebiliriz. Hem önceki, hem sonraki, hem de bugünkü tefhim eksikliğini, böylesi bir saffete - aflarını istirham ederek diyoruz ancak- bağlamak gereği, içtimaî dünyamızın hassas yapısının mânialı arazinin sonuna yaklaştığını hesaplamamızdan kaynaklanıyor.
Tefhim hâdisesine tam tamına yaklaşamamış olmamızın temel saiklerinden biri de, Külliyatı bir bütün olarak ele almayıp, sâdece hususi ve indî mülahazalarla, belli bir kısım beyan ve ifâdeleri, Risale ve mektupları referans verme mecburiyeti içinde sıkışıp kalmak olmalıdır.
Böylesi bir tavrın, belli bir zaman dilimi içinde, Risale-i Nur gibi bir pırlanta hakikatı bütün vatan ahalisine mal etme yolunda bize ne gibi mesafe aldırdığını düşünmek, talebeliğin bir şartı değil midir? ( Murakebe- teyakkuz- meşveret esasları gereği...) Bediüzzaman gibi bir zaman-ı dehrin bütün Müslümanlarca kabulünü önlemeye, bilvesile bütün insanlığı ondan mahrum etmeye kimin hakkı var ve - gerekçesi, mazereti ne olursa olsun- bu vebalin altından nasıl kalkacaktır?
İtiraz eden düşünceleri - şu an- duyar gibi oluyoruz; yukarıda denildiği gibi bir kabul etmeme hâdisesi yok ki böyle denilsin diye... Çok değil, biraz doğrudur denilen... Görünüşte ve kupkuru sözlerde, ardı arkası kesilmeyen konuşmalarda öylesi bir inanmama ve kabul etmeme gibi bir hâl gözlenmiyor, tek tük istisnaların dışında da hiç bir vakit gözlenmedi, görülmedi. Umum âlemi tatmin edebilecek eserler silsilesi tefhim edilmeye, anlaşılmaya da kalkılmadı ama!..
Birini sevip saymakla, bunu sloganlaştırıp kalıp sözlere dökme arasında herhangi bir irtibat olabilir mi? Eğer onun dediklerini, edip eylediklerini, gösterdiği hedefleri izana, anlamaya, tefhim etmeye çalışmaz da, sadece kendi yorumlarınıza referans malzemesi olarak yanlış zanlar çizerseniz zihinlerde, gerçek bir muhabbetten söz edilemeyeceğini de hemencecik kavrarsınız.
O bîçareler, Kalbimiz Üstad ile beraberdir. fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın, Kalbim sâfidir, Üstadımın mesleğine sâdıktır. demesi, bu misâle benzer ki, birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona, namazın bozuldu. denildiği vakit, o diyor: Neden namazım bozulsun, kalbim sâfidir. beyânıyla açığa kavuşturulan hâdisenin , sadece dünün değil, dar bir dairenin hiç değil, umum ümmete şâmil olması ilmin gereğidir. İcabatı bunca geniş görülebilen bir hâdiseye eğri büğrü ayna tutma yükünün altından kalkmak, kimbilir hangi babayiğidin harcı olacaktır?
Sadede dönelim; indî ve hususi niyetler neticesi Külliyattan referans gösterme mecburiyetinde kalmış olmak, acaba Külliyatın bize gösterdiği bir usûl müdür? Kanaatımızca hayır. Külliyatı şöyle bir karıştırınca bile hiç bir zaman böyle bir ayıklayıcı - yahut seçkinci- bir anlayışla karşılaşamıyoruz. Hakikat ve nassların sâdece bu asrın idrakine uygun şekilde tebeddül-ü esma ile gösterildiğine şahit oluyoruz. Böylesi bir bakış açısıyla yüzleşmemiz herkesten önce bizleri memnun etmelidir.
Bir diğer hakikat da, Risale-i Nur Külliyatında yapılan tefsir ve izahlardan sonra Din-i Mübin-i İslamın öz kaynakları Kuiran ve Hadise atıfta bulunulması; Selef-i Salihin ( R.A. )in mevzuyu açıcı beyanlarına yer verilmesi, hatta Selef-i Sâlihîn ve Evliyâdan bazıları için Üstadlarım... denilmesi, Külliyatı tefhim gayretinin hangi merkezlerden hareketle gerçekleşmesi gerektiğinin de işareti değil midir?
mnbingol@risalehaber.com