Bu sabah uyandığımda, dudaklarıma Yunus (ra)un mısralarıyla bir nağme takıldı:
Yunus, işbu sözi sen
Eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken
Bir Molla Kasım gelir.
Düşünmeden edemedim; bu mısralar şuur altıma neden işlenmiş diye... Pek çok sebep arasından en iri ve fosforlosu olarak şunu buldum:
Dün akşamın ilk saatlerinde Risale Haberdeki yazar arkadaşlardan Mehmet Aslanın evindeydik. Malumunuz, Hicaza Hac ve Umre organizasyonu için gitmişti her yılki gibi ve orada iken de validesi rahmetlik olmuştu. Gerçi ilmihalde komşuluk halinin, taziye ziyareti için diğer komşunun evleviyetle- hakkı olduğu yazılıydı, ama bütün din kardeşlerin kardeşlik hakkı da deniyordu.
Bir grup arkadaşla komşu ile geçmiş, elektrik kesintisinin olduğu semtte evini pek rahat bulamamıştık. Taziyetlerimizi sunduktan; hurma ve zemzem eşliğinde Hac vazifesi esnasındaki aksaklıklardan, bu aksaklıkları giderme çarelerine dair Sayın Mehmet Aslan Beyin şahsi fikirlerinden, Risale Haberde bu mevzuları yazdığı halde dikkate alınmadığıyla alakalı güzel ve faydalı bir sohbetinden sonra, o muhitteki Ahmet Beyin davetine icabeti lüzumlu görmüştük.
Evin sahibi Ahmet Bey, bizi güzel ağırlamış, nefis bir misafirperverlikle karşılamıştı bizi; teberrüken okunan bir metin seslendirilirken de dalıp gittim. Ne güzel mevzuydu, kelimeler öyle bir selaset, metanet ve müstetbeat-ı kelam da denen kelamın gerektirdiği yan manalarla bezenmişti ki mest olmamak imkânsız!
İstifadeli ve hayırlı niyetlerle süslü sohbet, nihayetinde fakirhanemize döndüğümde bir cihetle- devam etmişti elbet. Odaya girdiğimde Dost Tv açıktı ve ekranda Irakın Kerkük Bölgesinden 8 baba öncesinden hemşehrim- İhsan Kasım Ağabey vardı. Tam da sohbette okunan metinla alâkalı izahlarda ulunuyordu.
İhsan Kasım Ağabeye göre , Risale Mesleği şu anda çoklarınca tatbik edildiği gibi- küçücük kovalara sığmayacak vüsatte bir deryaydı. Üstadın o mevzudaki metinleri bir bütün halinde, metnin siyam ve sıbakına dikkat edilerek ve kullanılan İslami ıstılahlar mânasındaki kavramlara en yerinde ve doğru mânalar yüklenerek bakıldığında şu anlaşılmalıydı: Risale-i Nur mesleği Cadde-i Kübra-yı Kuraniye.
Tevcih edilen sual de o mânadaydı gerçi; canlı yayındaki ses Nur Mesleğinin tasavvuf mu, kelam ilmi mi, sadece hakikat mesleği mi, yoksa sadece içtimai gayeleri olan bir cemaat mi olduğunu soruyordu. Verilen cevap buydu; tek başına hiç biri değil, hepsini içinde eriten Kurâni bir havuzdur. Sadece belirli esasları olan bir tarik değil, Kuran-ı Mucizii-Beyanın en geniş caddesidir. Kendi indi ve şahsi tevillerimizle onu dar sahadaki bir grup insana mahsusmuş gibi algılamamız ve etrafa böyle neşretmemiz, Üstadın bir yerdeki tabiriyle umum ehl-i İslamın risalelere sahabetine mani olmaktır.
Bunları dinlerken nedense aklıma siteden yazar arkadaşım ve şahsi dostum Hüseyin Yılmazın Zaman Cemaat Zamanıdır Ama... başlıklı güzel ve faydalı yazısı geldi aklıma.
Ahmet Beylerde teberrüken okunan metindeki şu ifadelerdi düşündüren:
Üçüncü Sebeb: Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannu'kârane haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek ve tekellüfkârane lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek tarzını takınmak ile riya eder.
Demek ki kendini şakirt gören biri buradaki arızalardan hiçbirine sahip olmaz. Bunlar neler?
1- Hırs-ı Şöhret. İnsan bu hırsla hareket ettiğinde rekabetkarane ihtilaflara sebebiyet vermez miydi?
2- Hubb-u Cah. Bunu sadece ehl-i dünyanın sevgisi ve tarafdarlığını arzulamak diye anlamak imkansız. Kendi saygıdeğer gördüğü biri ya da birilerinin sevgisini çekmek uğrunda Hakikatın hak olduğunu unutup, hakikata- iman, Kuran, Hadis hakikatına zıt tevillere ve davranışlara giremez. İhlas sırrına zıt şekilde, Müslümanın her kimden ve neden olursa olsun istifadesine taraftar olmamak gibi bir vebali sırtlayamaz.
3- Emsaline tefevvuk etmek, yani kendine benzerlere, yani diğer mümin ve meslek erbabına şu ya da bu gerekçe ile üstün çıkmak istemez.
Risale-i Nur şakirdleri ene'yi nahnü'ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatın "fena fi-ş şeyh" ve "fena fi-r resul" ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de "fena fi-l ihvan" yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.
Üçüncü Nokta: Vazife-i diniye itibariyle, nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfüruşluk ve riya sayılmaz ve sayılmamalı. Meğer o adam, o vazifeyi kendi enaniyetine tâbi' edip istimal ede.
Evet bir imam imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder, isma' eder; hiç bir cihetle riya olamaz. Fakat vazife haricinde, o tesbihatları aşikâre halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevablıdır.
Risale-i Nur'un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebairdeki takvalarında, Kur'an hesabına vazifedar sayılırlar. İnşâallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur'a başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha yazılacaktı, fakat bir tevakkuf hali kesti. ( Kastamonu Lahikası, s. 184- 185)
Ne doğru ve isabetliydi; değil bir aile, değil bir aşiret, değil bir esnaf grubu, değil bir meslek çevresi, bütün bir ümmetin dahi necat reçetesi bu manadaki ölçüler değil miydi? Eğer bütün müslümanlar, millet planında ben değil de, - asgari değil- azami müştereklerde ve harici düşmanın taarruzu esnasında biz ya da nahnü- gözlüğüyle bakabilselerdi hadiselere, tecavüz eden düşmana karşı takınılması gereken imani izzet gösterilebilseydi, İslam coğrafyası bu halde mi bulunurdu? En ufak bir sözlü dik durma karşısında bile böyle heyacanlanır mıydı ümmet, fiili izzet sergilemesi dururken...
Metni okuyan M. Nedim Ağaçkesen Bey dostuma günümüzde- çok lazım bir metinle gönül dünyamıza seslendiği için müteşekkir olmamam mümkün değildi.