Mevlânâ Hazretleri “Herkes Kur’ân’ı Kur’ân’a hizmeti kadar anlar” der. Bu demektir ki mevzû Kur’ân ise sadece çok okuyan ve çok konuşan değil, ona her yönüyle çok hizmet eden makbuldür. Kur’ân’a hizmeti hayatının esası yapmış bir büyüğüm, “Kelâmullah’a hizmet herkese nasip olmaz” demişti. Hakîkaten de öyle. Her fâniye nasip olmayan bu ulvî hizmetin nimeti de külfeti de emsalsiz ve büyük; paha biçilmez ve ağır... Kur’ân’a dost olmak da, hizmetkâr olmak da en büyük ihsan, en büyük vazîfe...
Kur’ân’ın nâzil oluşunun 1400. Yılı münasebetiyle geçen yıl kurulan bir platformda birlikte çalıştığımız Ensar Vakfı Başkanı Ahmet Şişman ağabeyin Fatih Camii’ndeki cenaze namazında, “Üç günde Kur’ân öğretiyoruz” kampanyası yapan (Tüm İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslam Enstitüleri Mezunları Derneği) TİYEMDER Başkanı Selahattin Yazıcı Ağabey’i gördüm. İki elini birden sımsıkı tutup tebrik ettim. “Kur’ân hizmetkârları” sıfatını fazlasıyla hak eden Hayrât Vakfı temsilcileri de kalabalık bir grupla cenazedeydi. Bir Kur’ân hizmetkârını devlet reislerinin omuzlarında âhirete uğurlarken geride kalan Kur’ân hizmetkârlarından dolayı umutlandım, hamdettim. Kur’ân hizmetkârlığı doğrudan Peygamber Efendimiz’in icrâ ettiği bir vazîfe olduğu için en mühim sünnet hizmettir. Peygamberimizin nübüvvetinin çerçevesi ve esası, attığı tüm adımlar, mücadelesi, vasiyeti ve mirası hep Kur’ân eksenlidir. Dolayısıyla Kur’ân hizmetkârlığı nübüvvet davasına iştirak etmek demektir. Verâset-i nübüvvet mesleğidir. Onun için her kim Kur’ân’a en ufak bir hizmet yapsa başka faaliyetler ve hizmetlere kıyasla çok daha kıymetlidir.
Kur’ân’ın ‘hakikatleri’yle, ‘lisanı’yla, ‘harfleri’yle köprüleri atmak için bin bir türlü entrikanın devreye konulduğu, ‘cebr-i küfr-i keyfî’ kokan kanunlarla öğretilmesinin, okunmasının, yazılmasının, hakkında sohbetler yapılmasının yasak olduğu yılları hamdolsun gerilerde bıraktık. Kur’ân’ı hayattan ihraç etme teşebbüsleri akim kaldı. Buna sevinelim, şükredelim. Ancak şimdi, çok daha başka, çok daha sinsi hastalıklar Kur’ân’ı ‘hayat kılavuzu’ yapması gereken cemiyetlere nüfuz etmiş durumda. Bunun da farkında olup cesaretle ve sebatla sağlıklı adımlar atmak gerek.
2010 Mayıs’ında “korkutan araştırma” başlıklarıyla basında da yer bulan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 22 bin kişi üzerinde yaptırdığı araştırmayı hatırlayacaksınız. Katılanların yüzde yirmisi hayatında hiç Kur’ân’ı eline almamıştı. Bu durum, yapılması gerekeni gayet açık gösteriyor. Geçen hafta da yazdım, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in “12 yaş yasağının hukuka aykırı olduğunu görmek için hukukçu olmak gerekmez” demesini bir haykırış olarak telakki ediyorum. “Camiye gelene yaşını soramayız, evladını Kur’ân öğrensin diye getiren bir babayı gözü yaşlı gönderemeyiz” demesini bir seferberlik bir çağrı olarak algılıyorum ve bu tavrın binlerce tebrike şâyân olduğuna, mânâ âlemlerinin ve âhirete giden Kur’ân hizmetkârlarının da bu yaklaşımı alkışladıklarına inanıyorum.
Geçen asırda Kur’ân’a doğrudan hizmeti, hareketine hem isim hem esas hem de gaye yapan şahsiyetlerin başında Üstad Bedîüzzaman Hazretleri gelir. Onun için Hazreti Üstad, Kur’ân’a yapılan hücumlara karşı duran manevî ordunun merkez kumandanı gibi hizmet etmiştir. Kısa vadeli ve müdafaacı bir anlayışla hizmetini tesis etmemiş bilakis uzun yılları öngören, stratejik bir bakış açısıyla ama nebevî prensipleri ihlal ve ihmal etmeden bir Kur’ân hareketi ortaya koymuştur. Kur’ân hizmetkârlığı, Risâle-i Nur hareketinin tâ kendisidir. Talebelerini bile Hazreti Üstad, “Kur’ân hizmetkârları” diye tavsif eder. Hareketini başka hiçbir isim ve unvana ihtiyaç duymadan sadece “iman ve Kur’ân hizmeti” diye isimlendirir. Hakiki, muhlis, sadık Nur Talebeleri için Kur’ân’ın hakikatlerine, harflerine ve lisanına hizmet bir hayat tarzıdır. Bu hareket, Kur’ân’ı kilitli dolaplara ve depolara mahkûm etmek isteyenleri ebediyen mahkûm etmiştir. Bu ulvî Kur’ân hizmetini zayıflatmak gayesiyle, Kur’ân’ın çelik gibi hakikatlerini çürütemeyen odaklar, fitne tohumlarıyla bu davanın tesirini azaltmak istemişler ve çeşitli vesilelerle kamuoyunun nazarında ‘ön yargılar’ oluşturarak zâhiren Risâle-i Nur’dan ama aslında memleketimizi Kur’ân’dan uzaklaştırmak istemişlerdir.
Bu ‘tehlike’ ve ‘taarruz’un farkında olan olması gereken Kur’ân hizmetkârlarının en mühim hasletleri ise ‘tesanüd’ (dayanışma) olmalıdır. Zira Kur’ânî ifadeyle çekişme ve niza ‘rüzgâr’ı götürür. Rüzgâr giderse geriye hiçbir şey kalmaz. Bu bir ‘kanun’dur, istisnası yoktur, olmamıştır. Bu kanun, Saadet Asrı’nda da böyleydi, bugün de böyledir. Hakiki ittifak ve tesanüdün temin ettiği rüzgâr inâyetin ve nusretin hem şartı hem de alâmetidir.
Kur’ân ayına on gün kaldı. Ay yeniden hilâle meyletmeye başladı. Bu yazıyı, Kur’ân hizmetkârlığına kabûlümüz ve Kur’ân hizmetkârı olabilmemiz için bir dua niyetiyle yazdım.
Siz de “âmin” deyin lütfen.
Yeni Akit