Abdülaziz Bayındır, her fırsatta Ehl-i Sünnetin ekserisinin inancı olan “evliya tasarrufu” kavramıyla dalga geçiyor ve bu kavrama inananları şirkle suçluyor. Halbuki Bayındır sapla samanı birbirine karıştırıyor. Belki de iyi niyetle bu sözleri söylüyor ama, Kur’ân-ı Kerim’deki kimi ayetleri açıkça görmezden geliyor.
Şimdi bu çalışmamızda, daha önce yaptığımız “Evliya Tasarrufunun Kur’andaki Delilleri-1,2” çalışmalarında olduğu gibi, Evliya tasarrufu inanışının gerçekte vehimlere ya da zanlara değil, hikmete yani Kur’andaki ayetlere dayandığını ispat edeceğiz.
Bizler Müslümanlarız ve elbette her inanış ve etvarımızda kendimizi Kur’ân-ı Kerim’e göre tanımlamak zorundayız. Ehl-i Sünnet’in “Evliya Tasarrufunun” Kur’an’daki kaynakları o okadar açıktır ki, asıl şaşırtıcı olan ve asıl kınanması gereken Rabbimizin bizlere talim ettiği böyle bir gerçeğe inanmamaktır.
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de, insanların ölüm ve hayatları arasında farklı mertebeler olduğu gerçeğini şöyle ortaya koyar:
“Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Casiye 21)
Ayet açıkça ortaya koymaktadır ki, ölüm herkes için aynı ölüm değildir. Ölümden sonraki kabir hayatı da herkes için aynı değildir ve dünyadayken işlenen amellere göre kabirde de farklı mertebeler bizleri beklemektedir.
“Allah yolunda hicret edip öldürülen veya ölenlere gelince muhakkak Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır” (Hac Suresi, 58-59)
“Ve Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin! Bil'akis (onlar) hayatdârdırlar, fakat (siz) anlayamazsınız” (Bakara 154)
Görüldüğü gibi Rabbimiz “Allah yolunda ölen ve öldürülen” kullarının ölüm sonrası yaşamlarını diğer “ölülerden” ayırmaktadır. Allah’a göre bu insanlar ölmemişlerdir, yeryüzündeki diriler gibi “diridirler.” Hatta Rabbimiz bu insanlara “ölü” dememizi bile bizlere yasaklamıştır. Buna rağmen ilgili ayetlerin bu yasağını çiğneyerek bu gibi “diri” insanlara “ölü” diyen ve kendilerini ilahiyatçı olarak niteleyen pek çok insan da vardır günümüzde.
“Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız, tersine onlar yaşıyor ve Allah katında besleniyorlar. Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği mutlulukla sevinç duyarlar ve arkalarından şehit olarak kendilerine katılmamış olan mücahitler hakkında: «Onlara hiçbir korku yok ve onlar üzüntü de duymayacaklardır.» müjdesinde bulunurlar.” (Al-i İmran 169)
Bu ayetlerde de “ölü” sanılan ama “yaşayan” insanların varlığından bahsedilmektedir. Allah yolunda yaşamış bu insanların “ölü” olduklarını sanmamızı bile istememektedir Rabbimiz.
Ayette geçen “ve yestebşirûne” ifadesi bazı meallerde “Müjdelemek isterler” diye çevrilmiştir ama burada Allah açıkça “müjdelerler” demektedir. Elmalılı Hamdi Yazır da ayeti bu şekilde tercüme etmiştir. Mücahitlere ve diğer Müslümanlara çeşitli şekillerde “müjdeleme” yapabilen bir hayat mertebesinden bahsedilmektedir burada. Bu müjdeleme fiilinin fâili olanlar, nasıl anladığımız manada ölü olabilirler ki?
“4-... Allah yolunda öldürülenlere gelince, artık (Allah), onların amellerini aslâ boşa çıkarmayacaktır. 5- Onları yakında hidâyete erdirecek ve hâllerini düzeltecektir. 6-Ve onları, o Cennete koyacaktır ki, onu kendilerine ta'rîf etmiştir. ” (Muhammed 4,5,6)
Ölmüş ama hidayete ermeye ve hallerini düzeltmeye devam eden, yani yaşamaya devam eden veli ve şehit insanlardan bahsedilir bu ayetlerde. Bu mükafatın kabir aleminde verilen bir mükafat olduğu ise 6. ayetten anlaşılmaktadır. Onlar cennete gitmeden önce “hidayete erdikleri ve hallerini düzelttikleri” bir kabir hayatına mazhar olacaklardır. Normal manada bir ölünün hidayetini arttırmaya devam etmesi ya da halini düzeltmesi düşünülemez. Ancak burada bahsedilen ölüler, Allah’ın “diriler” olarak nitelediği hayat mertebesindeki ölülerdir. Onlar bedenen ölmüşlerdir ama ayetlere göre bir şekilde ruhen tasarrufları devam etmektedir.
Burada bahsedilen hayat mertebesinde yaşamaya devam eden ruhların Kur’an’ın aşağıdaki ayetlerinde bahsedilen ölüler olmadıkları oldukça açıktır:
Diriler ile ölüler de bir olmaz. Allah dilediğine işittirir. Sen kabirde bulunanlara işittirecek değilsin. (Fatır 22)
Çünkü Allah öldüğünü düşündüğümüz bu insanları “Ahya” yani “diriler” olarak nitelemektedir. Fâtır suresinde ve diğer surelerde geçen yukarıdaki ayetler, diri ve ölü ayırımı yaparak “ölülerin” işitemeyeceklerini vurgulamaktadırlar. Allah’ın “diri” olarak nitelediği allah’ın dostlarını, Allah’ın ayetlerinin rağmına “ölü” nitelemesiyle “işitemezler” şeklinde değerlendirmek, Allah’ın sözlerini çarpıtmak, açık bir şekilde Allah’a iftira etmek demektir.
Rum suresinde de Allah “ölülere işittiremezsin” buyurmaktadır:
“52- Şüphesiz, sen ölülere işittiremezsin. Dönüp gittikleri zaman çağrıyı sağırlara da işittiremezsin.”
Halbuki Allah, kendi yolunda ölenleri ve öldürülenleri ölüler olarak değil “diriler” olarak niteler. Bu hiç kimsenin yorumu ya da eklemesi değil, bizzat Rabbimizin ilahi sözüdür.
Allah’ın ölülerin işitemeyeceğini söylemesinden yola çıkarak, kimi Allah yolundaki kulların da ölümden sonra bizleri işitemeyeceklerini söylemek ayetleri inkar etmektir. Çünkü onlar Allah’ın tavfisiyle bizzat “diridirler” Diriler ise ne söylenirse işitirler.
Üstelik bu “diriler” yaşadıkları bu güzellikleri kendilerinden sonra geleceklere müjdelerler, yine ayetlere göre hidayetlerini arttırabilirler ve hallerini daha da düzeltebilirler.
Rabbimiz Mürselat suresinde yeryüzünün diriler yanında ölülerin de yurdu olduğunu söyler:
“ Biz yeryüzünü diriler için de ölüler için de toplanma yeri yapmadık mı?” (Mürselat 25-26)
İlgili ayet, aslında ölüler ile yeryüzü arasında sandığımızdan daha büyük bağlantıların olduğunu ortaya koymakla birlikte, “Diriler” ifadesiyle Allah’ın diri olarak tanımladığı kimi “ölü sandıklarımızın” nerede toplandığını da açıkça göstermektedir. Allah yolunda ölen ve öldürülenlerin “diriler” olduklarını ifade eden ayetler ışığında baktığımızda, bu “dirilerin” de dünyada toplanabildiklerini çok açık bir şekilde anlarız.
İmdi, aslında “diri” olan kabirdeki kimi kulların bizleri işitebileceği, ayetlerin sarahatiyle ortada olduğuna göre, bu kullara seslenmek, onlara çağrıda bulunmak asla şirk değildir. Çünkü diridirler ve ölülerden farklı olarak bizleri işitebilirler. Diğer canlı insanlar, bizleri nasıl işitiyorsa, onlar da bizleri Allah’ın izniyle işitirler. Eğer bu “Hayy-Diri” kullara seslenmek şirk olmuş olsaydı, canlı olduğunu bildiğimiz insanlara, mesela annemize, bir polise, babamıza, bir arkadaşımıza seslenmek, onlardan yardım istemek de şirk olurdu.
Görüldüğü gibi Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de ölüm sonrasında tek bir hayat mertebesinden bahsetmemektedir. Elbette gaybı en iyi bilen Rabbimizdir ve bu gaybı da bize o bildirmiştir. Kafamızdaki yanlış şartlanmalara göre teviller yapıp, O’nun bizlere bildirdiği bu açık hakikatlerin üzerini örtmemiz biz Müslümanlara ve müminlere yakışmaz.
Sonuç olarak bu ayetlerden öğrendiğimiz hakikatleri maddeler halinde özetleyelim:
1-Casiye suresi 21. âyette buyurulduğu gibi ölümün ve hayatın farklı mertebeleri vardır.
2-Hac Suresi, 58-59. ayetlerde buyurulduğu gibi Rabbimiz, Allah yolunda ölen kimi insanları, kabir hayatında güzel bir rızıkla rızıklandırmaya devam edecektir. Rızık canlılara verilir. O halde bu kimi insanlar da hayat sahibidirler, çünkü rızıklanmaya devam etmektedirler.
3-Bakara suresi 154. ayette Rabbimiz kendi yolunda ölen salih kullarına “ölü” denilmesini yasaklar. Rabbimiz bu kullarının “diri” olduğunu, tevile fırsat vermeyecek bir apaçıklıkta ortaya koyar.
4-Al-i İmran suresi 169. ayette ise Rabbimiz, ölü sandığımız Allah dostlarının yaşamaya devam ettiklerini tekrarla vurgular. Ayrıca Rabbimiz bu kulların, kendilerinden sonra gelecek olan dünya yüzündekilere halen “müjdeler vermekte olduklarını”, yani onların kimi mücahit kullarla iletişime girebildiklerini de açıkça ifade eder.
5-Muhammed Suresi 4, 5, 6. ayetlerde Rabbimiz Allah yolunda ölen kimi kulların Allah’ın izniyle “hidayetlerini arttırmaya ve hallerini düzeltmeye” devam edeceklerini ortaya koyar. Hidayet arttırılması ve hal düzeltilmesi fiilleri tasarrufu devam eden canlı kullar için söylenebilecek ifadelerdir. O halde bu kullar bedenen ölmüşlerdir ama ruhen dünyadaki hayata benzer bir hayat mertebesinde yaşamaya devam etmektedir.
6-Fatır suresi 22. ayet “diriler ve ölülerin bir olmayacağını” ifade ederek, Allah dilediğine işittirir istisnasıyla “ölülerin” işitmeyeceğini anlatır. Ancak Allah yolunda ölenler ve öldürülenler için Rabbimiz “ölü” denilmesini yasaklamış, onlara “diri” denilmesini istemiştir. O halde kabirde bu bahsedilen “dirilik” mertebesinde olan kullar, seslerimizi, çağrılarımızı işitebilirler. İşte Allah dilediğini işittirir âyeti bu kulları kapsamaktadır. Çünkü bedenen ölseler de Allah onların “diri” olduklarını söylemektedir.
7-Yine Rabbimiz Mürselat suresi 25-26. ayetlerde “dünyanın” diriler yanında kimi ölülerin de toplanmaya devam ettiği bir “meclis” olduğunu açıkça belirtir.
8-Rabbimiz Kadir suresinde Meleklerin ve Ruh’un “her türlü iş için” yer yüzüne indiğinden bahseder. Burada geçen “Ruh” ifadesinin mana tabakaları içinde bu diri kulların “Ruhları” da bulunmaktadır.
9-Rabbimiz Ahzab suresi 9. ayette Hendek savaşında Müslümanlara yardım için gönderilen ordulardan “kendilerini görmediğiniz ordular” kaydıyla bahseder. O halde diri oldukları halde varlıkları görülmeyen ordulardan yardım almak şirk olamaz. Çünkü bizzat Peygamberimiz ve sahabeler bu yardımı almıştır. Demek ki Allah Peygamberine yardım için bile çeşitli vesileler, sebepler göndermektedir. Hendek kazılması böyle bir vesile olduğu gibi, gözle görülmeyen gaybi orduların yardımı da Allah’ın yardımı için bir çeşit sebeptir.
10-Rabbimiz Mücadele suresi 22. ayette ve başka bazı ayetlerde, kimi salih kullarına “Ruhla” destek vereceğini söylemiştir. Bu da gösteriyor ki Rabbimiz “ruh” cinsi kimi varlıklarıyla kullarına yardım etmektedir.
11-Kur’ân-ı Kerim’de Hızır ile Musa (AS) kıssalarının anlatıldığı ayetler vardır. Hızır bilindiği gibi kitaptan ilmi olan ve bize göre daha serbest bir hayat mertebesinde yaşamaya devam eden bir kuldur. İlgili ayetlerde bu tasarruf sahibi kul Hz. Musa’ya “ilim öğretmekte”, “gemi sahiplerine yardım etmekte”, “hazineleri korumakta”, “geleceğin seyrini değiştirecek önlemler” alabilmektedir. Elbette bu tasarrufları Allah’ın izni va yardımıyla yapmaktadır. Rabbimizin verdiği bu örnek, Allah’ın bu gibi tasarruf sahibi başka kullarının olduğuna da işaret etmektedir.
12-Enbiya 82, Neml 38, 39. ayetlerde buyurulduğu gibi Hz. Süleyman da gözle görülmeyen ama varlıklarına, canlı olduklarına inanılan Cinlerden, tasarruf sahibi kullardan yardım almıştır. En’am suresi 100. ayette, kimi insanların “Cinleri” Allah’a ortak koştukları belirtilir. Cinlerden, Kitap’tan ilim öğrenmiş tasarrfu sahibi kullardan “yardım alan” Hz. Süleyman’ın “müşriklerden” olmadığı ise çok açıktır. O halde Allah’ın gözle görülmeyen ordularının neferlerinden ya da Cinler gibi varlıklardan yardım istemek şirk değildir. Şirk olan o varlıkları, Allah’tan bağımsız müstakil kudret sahibi ilahlar olarak tahayyül etmektir. Müminin, kendisine gelen tüm yardımların aslında Allah’tan geleceğini bilmesi, buna iman etmesi gerekir.
Madem bu durum böyledir, ayetlerin ifadesiyle “ölü olmayan”, “diri olan”, “dünyadakilerle iletişime girebilen (ve yestebşirûne)”, “bu iletişimin şuurunda olan”, “beslenen”, “rızıklanan”, “diri oldukları için kendilerine seslenilebilen, “hidayetlerini arttırmaya devam eden”, “hallerini daha da düzelten”, “her türlü iş için inebilen”, “müminlere destek verebilen” o “capcanlı” tasarruf sahibi kullardan da, gerçek yardımın sadece Allah’tan geldiğini düşünerek yardım istenebilir.
Çünkü ayetlerin işaretiyle diridirler, bizler gibi tasarruf halindedirler. Eğer “dirilerden” yardım istemek şirk olmuş olsaydı, annemizden, babamızdan, öğretmenden, öğrenciden, çocuktan, eşten, arkadaştan yardım istemek de şirk olurdu. Ancak dünya hayatındaki hayat sahibi kulların bile, gerçekte Sonsuz Yardım Edici’nin yardımlarına birer sebep olduklarını düşünürsek, o kabirdeki diri kullar da ancak Allah’ın yardımlarına birer ayna olabilirler.
Allah izin verirse, Allah’ın izin verdiği kadarıyla bizlere yardım edebilirler. İşte bu yardım, o tasarruf sahibi kulların değil, doktorun, eşimizin, ilacın, arabamızın, çocuğumuzun yardımı gibi Allah’ın yardımıdır gerçekte. Allah sadece onları vesile kılmaktadır. Allah’tan başka hiçbir varlık, bize kendi başına “yardım edebilecek” müstakil kudret sahibi bir varlık değildir, olamaz. Ancak Allah’ın yönlendirmesiyle ve izin vermesiyle bize yardım edebilirler.
Demek ki, Kur’an-ı Kerim ayetleriyle sabit olan bu görünmez orduların yardımlarını inkar etmeyeceğimiz gibi, o orduların kimi neferlerini de kendi başlarına yardıma muktedir varlıklar olarak tahayyül etmeyeceğiz. Onlar ancak Allah izin verebilirse bizlere yardım edebilirler.
Belki Bediüzzaman’ın küçüklüğünde Allah yolunda yaşayıp Allah yolunda ölen “diri” kullardan Abdulkadir Geylâni’ye seslenmeden önce yaptığı gibi; “Yalnız Allah’a ibadet etmeyi ve yalnız Allah’tan yardım dilemeyi” öğütleyen Fâtiha suresini tüm şuurumuzla okuyacak, anlayacak; Allah yolundaki kullarını ölümlerinden sonra da “diri” kılarak onlara “tasarruf” gücünü veren Yüce Kudret’ten başkasını Asıl Yardımcı bilmeyecek, O’ndan gayrısına asla kulluk etmeyeceğiz. (OD)