Röportaj: Dursun Sivri-Risale Haber
23 YAŞINDA VASİYETİMİ YAZDIM
Kişisel gelişim konuları kapsamında değerlendirilen kitaplarınızda referans aldığınız batı kaynakları da yer alıyor. Derinlik olarak, ana fikir olarak Risale-i Nur’un mesajları da var. Bunları güzel mezcetmiş, birleştirmişsiniz. Özgün bir terminoloji ortaya koymuşsunuz. Bu kadar geniş kitlelerde karşılık bulmasını neye bağlıyorsunuz?
Kısaca, dünyevi şeyleri çok istediğimde tokadını yedim, hırstan vazgeçip de yapabileceğimin en iyisini yapmakla yetindiğimde hayat bana kolaylaştı. Çelişkiler, gidiş gelişler sürecinde kendimce bir dengede tutunmaya çalıştım.
İç dünyamızla içimize kapandığımız ölçüde ulaştığımız manevi bir derinlik vardı, diğer sokakta da giderek artan bir dünya sevgisi yaşanıyordu. Bir ayak içerde ve diğeri dışarıdayken insan parçalanmaya zorlanıyor.
İç dünyada Risale-i Nur’u okurduk, tefekkür ederdik, konuşur, anlatırdık, manevi bir ilahi iklimin hazzını yaşardık. Fakat öbür taraftan sokakta bencilliklerle karşılaşırdık. Dünyevileşme, ticari, sosyal ve cinsel ahlak açısından çok tehlikeli noktalara sapmalara tanıklık edebilirdik. İnsanların ebedi hayatı unutuşu, sadece dünya için yaratılmışlar gibi dünyaya odaklanmalarına tanıklık ede ede, siz de bu iklimin bir parçası olabiliyorsunuz.
Ben 23 yaşında ömrümün sonuna çok yaklaşmış olabileceğim zannıyla kendi vasiyetimi yazdım. Hamd olsun hayattayım ve Allah haktan saptırmasın. Bu vasiyet dünya sonrasına hazırlanma bilincimi besledi ve tabii ki dünyaya dair söylemimi de fazlasıyla etkiledi.
YAŞLI BİR TEYZE, ÇIPLAKLIĞIN SOKAKTA ALDIĞI BOYUTU GÖRÜNCE…
Vasiyetin yazılmasının sünnet-i seniyye olduğunu biliyoruz. Sünnetin gereğini yerine getirmek bağlamında mıdır?
Ankara’nın Kızılay semtine köyün birinden nasılsa düştüğü belli yaşlı bir teyze, çıplaklığın sokakta aldığı boyutu görünce sağ sola, “evlatlarım, ne oldu size” diye feryat ediyordu. Biz ise sus pus, başımızı ayakuçlarımıza kapayarak yürümeyi öğrenmişiz. O teyzeyi izledim. Bir taşın üzerine oturup ağladı. Gördüklerinden olduğunu düşündüm. O hal bana çok fazla dokundu. Eve geldim, gece dolunayda Ay’ı izlerken o olay üzerinden, kıyamet asrının insanları olarak nereye gittiğimizi hayal ettim. O zaman düşündüm; bu millet için, bu insanlık için, dünya için ben de bir hizmet yapmak istiyorum ama ben hastayım, hafızam berbat, korkağın tekiyim, cesaretim yok, ilmim sıfır… Beceriksizim. Ben bu halimle nasıl hizmet edebilirim? Bu düşünceden doğan üzüntü ile abartı gibi gelebilir, çok uzun süre ağladım. Arkadaşlar da gürültüyü duyup yardıma geldiler ama beni susturamadılar. Şimdi bugünden geçmişe baktığımda bu olaydaki duanın benim için gizli dönüm noktası olduğunu hissediyorum.
RİSALE-İ NUR AKLIMIN KAPASİTESİNİ BİRKAÇ KAT ARTTIRDI
Cemiyetin derdini dert edinmenin tesiri mi?
Belki oradaki samimi duanın Cenab-ı Hak tarafından kabul edilişidir.
Şunu söyleyeyim; ben Risale-i Nurlar’ı birkaç kez okusam da benden aksi istendiği halde, kendimi Risale-i Nurlar ile sınırlamadım. Bu arada farklı kaynaklardan değişik bilgiler hem bana çok şey öğretti ve hem de zaman zaman imanımı tehlikeye düşürdü. Şunu da anlatım: Bilgi okyanusuna açıldığınızda büyük tehlikelerle yüzleşeceksiniz. İşin başından iman, ihlas, ahlak ve ibadete tam tutunamamışsanız, sırf kendine güvenen kibirli bir akılla süper zeki şeytanın durumuna düşmeniz işten bile değil. Derin bir tetkikat hedefleyen bence kendisini belli bir eserle sınırlarsa taklitte kalır ve derdini topluma anlatamaz. İmanınızı insanlığa anlatabilmek istiyorsanız, önce kendi imanınızı çok iyi ve doğru kavramalı, sonra da uzmanlaşacağınız alanlarda insanlığın davasını ve insanlığa pazarlanan davaları bilmelisiniz.
Şunu da itiraf edeyim: Hayatın her gizemini aklımla kavrama yolunda ilerlerken imanımın tehlikeye düşebildiği noktalarda Risale-i Nur aklımın kapasitesini birkaç kat arttırarak korunmamı kolaylaştırdı. Hatta bazen dev dalgalı bilgiler okyanusunda yüzerken kaybolan haritayı Risaleler yardımıyla buluyordum. Bazen de zihin ufkumun kuşatamadığı bilgi parçalarını birleştirmemde birinci yardımcım Risale-i Nur perspektifi oluyordu. Bununla birlikte anlayamadığım veya katılamadığım noktalar da oluyordu.
TEVHİDİ BAKIŞA GÖRE BİR KİŞİSEL GELİŞİM İÇİN YOLA ÇIKTIM
Dışarıdan bir gözle baktığınız noktasında ne tür kaynaklar, araştırmalar, okumalar, o dediğiniz taşları yerine koymaya vesile oldu? Üstad’ın bir cümle ile izah etmiş olduğu konuyu dışarıda bunu bir kitapta üç yüz sayfada izahı yapılabilmiş. Ne tür kaynaklar size buradaki görebilmeyi, taşları doğru oturtabilmeyi sağladı? Mesela ilk kitabınız Düşün ve Başar’ın ilk baskısında arkada bir referans listesi vardı. O listenin etkisi var mı?
Kişisel gelişime dönersek… Kişisel gelişim yolculuğuna tamamen batılı yazarların Türkçeye çevrilmiş eserlerinden çıkarsanız bence varacağınız yolun sonu dini açıdan şirk, başarı açısından da dünyevileşme bunalımıdır. Şahsen bunu fark eder etmez dinimizin bakış açısına göre, tevhidi bakışa göre bir kişisel gelişim anlayışına hizmet etmek için yola çıktım.
KUR’AN-I KERİM KİŞİSEL VE TOPLUMSAL GELİŞİM KİTABIDIR
Güncel kişisel gelişim hareketine karşı bir söylem söz konusu son zamanlarda. Bu tutumu tırnak içinde kişisel gelişime değil de kimi popüler eserlere ve modern kişisel gelişimciliğe karşı görmek istiyorum. Zira kişisel gelişim arayışı insanlık tarihi kadar eskidir. Son zamanlarda hızlanan ve okuma yazmanın yayılmasıyla birlikte daha geniş kitleleri kuşatan kişisel gelişim arayışı Hz. Âdem’den beri vardır. Bazen şeyh-mürit, usta-çırak ilişkisiyle ve bazen de kişisel gelişim kitabı-okuyucu ilişkisiyle kişisel gelişim arayışı tarihseldir. İnsanın kâmil insan noktasına ulaşması için bir arayış içerisinde olmasıdır.
En önemlisi, Kur’an-ı Kerim gerçek bir kişisel gelişim kitabı olarak görülebilir. Eğer bana ahlaklı olmamın yolunu anlatıyorsa, benim dünyada şerefli, iffetli, saygın, geçinebilen bir insan olmamın yollarını anlatıyorsa, onun ötesinde benim bir de ahiretimi kazanmamın yolunu gösteriyorsa Kur’an-ı Kerim, tabii ki bir kişisel ve toplumsal gelişim kitabıdır diyebiliriz.
BATILI KİŞİSEL GELİŞİM ESERLERİ GENELDE TEVHİDÎ BAKIŞ AÇISINA SAHİP DEĞİL
Ama -altını çiziyorum- batıdan gelen kişisel gelişim kitapları, batıda hâkim olan materyalist görüşten yola çıktıkları için, doğa yasalarını Allah’a ortak koşuyorlar. Doğa yasalarını, insanın egosunu veya düşüncesini ilahlaştırıyorlar.
Hâlbuki Allah birdir. Bir olan Allah “Ol!” emri ile evreni yaratmıştır. Kaderin sahibidir, hayatı planlayandır, her şeyi her an yaratandır. Evet, tabii ki bize de cüz’i irade vermiştir. Ama bizim irademizi de kendi iradesi çerçevesine almış ve her şeyin sınırını tek kudretiyle çizmiştir. Allah’ın iradesinin dışında bir irade mümkün değildir. Bütün kudret de O’na aittir. Batılı kişisel gelişim eserleri genelde bu tevhidî bakış açısına sahip olamayan bir bakış açısına sahiptir.
Şahsen bu tablonun tamirine hizmet etmek niyetiyle yola çıktım. İlk başlarda batılı kaynaklardan tabii ki az çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Şükürler olsun ki çok geçmeden toparlandım.
Okuduğum dini kaynaklara gelince… İslamiyet’i anlamaya çalışırken Risale-i Nur yanında, Muhyiddin-i Arabî’yi de okudum, Geylani’yi de okudum. İslam tarihine ve düşünce akımlarına dair eserleri inceledim. Mezheplerin, cemaatlerin, dini grupların arkaplanını anlamaya çalıştım. Dini açıdan en büyük duam ve arzum Kur’an’ı ilahi murada en yakın ve en doğru biçimde anlayabilme ve öğrendiğimi ifadelerime olabildiğince az hatalı yansıtabilme becerisine kavuşabilmek haline geldi…
GEÇMİŞ VE ÇAĞDAŞ ÂLİMLERİMİZİ BEDİÜZZAMAN İLE BİRLİKTE OKUMAYA ÇALIŞTIM
Mevlana’dan atıflar var kitaplarınızda…
Doğrudur. Bir ilahiyatçı dostumun uyarısıyla Mevlana’yı da okudum. Zihnimi farklı bakış açılarına kapalı tutmuyorum. Geçmiş âlimlerimizi, çağdaş âlimlerimizi Bediüzzaman ile birlikte okumaya çalıştım. Din âlimlerimizin İslam’ı anlatış tarzlarında bazı farklı anlayışlar olsa da temel noktalarda birlik olduğunu gördüm. Kimi hikâyeler, mecazlar, metaforlar birbirine benziyor. Meselâ Risale-i Nur’da gördüğüm bir hikâyeyi Mevlana’da da, Muhyiddin Arabi’de de görebiliyorum.
Farklı anlayışlar arasındaki çatışan kimi fikirler üzerinde yorulduğum oldu. İmanları nedeniyle Yüce Kur’an’ın emriyle tam kardeş olması gereken müminler, farklı fikirlerin etrafında karşıtlıklar oluşturabilmişler. Müminler arasında ayrılıklar girebilmiş. Şahsen bu okumalarda yaşadığım manevi yoğrulmalar sonunda kendimce bir dengeye ulaştım. Kur’an’a daha fazla yaklaşmam gerektiğini anladım. Bu okumalar bana farklı yorumlara daha esnek, daha hoşgörülü ve bence daha gerçekçi bir bakış açısı kazandırdı. İmanımın merkezine Kur’an-ı Kerim’i koydum.
Diğer taraftan da batının kozmolojilerini, batının evreni nasıl anladığına dair teorilerini de okumaya çalıştım. Kuantum fiziği ekseninde üretilen kozmolojik teorileri okudum mesela. Çok fazla Hint felsefesine girmedim ama kişisel gelişim odaklı biraz felsefi okudum. Bunları yan yana getirirken şunu gördüm:
Doğrularla yanlışların iç içe geçtiği çok büyük bir ilim okyanusu var. O ilim okyanusunun kıyılarındasın, asla kendini büyük görme, bir şeyler öğrendin diye ‘ha ben oldum, anladım’ falan deme. Çünkü öğrendikçe cehaletini keşfediyorsun. Öğrendikçe ne kadar bilgisiz olduğunu keşfedip öğreniyorsun. O yüzden işin sonunda kendi kendime, “Ayağın yere bassın. Söylediğin söze dikkat et. İddialı konuşma” dedim. Alemi ve insanı ilahlaştırmadan ortak koşmaksızın tek Allah’a kayıtsız şartsız inanmak isteyenin, aklın hakim olduğu çağımızdaki birinci yardımcısının Risale-i Nur olabileceğini söyleyebilirim. Ben defalarca bu yardımdan yararlandım.
Üstadın az da olsa bazı ifadelerinin zamanın verilerinden, yeni keşiflerinden yararlanılarak yeniden ifade edilebilirliğini de doğru buluyorum
YOKSA TAKLİTÇİ BİR EZBERLE YETİNİRSENİZ, RİSALELERDEN DEĞİŞEN TOPLUMA YENİ SÖYLEMLER TÜRETEMEZSİNİZ
Eksen kaymasından eksene mi gelmiş oldunuz?
Risale-i Nur lütfundan yararlanabildiğim için hamd ederim. Diğer yandan ben bunu söylerken, konumumun doğru anlaşılması için şunu da ifade etmem gerekir. İdrakim bana haddimi aştırıyorsa Allah’tan affımı dileyerek belirteyim: Ben Risale-i Nur’u -hâşâ!- vahiy gibi görmüyorum ve böyle görülmesini de onaylamıyorum. Risaleler Bediüzzaman tarafından kaleme alınmıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin ilhama mazhar olduğu inancındayım. Yer yer o ilham çok belirgin şekilde kendisini gösteriyor ama Bediüzzaman’ın çağının bugün geçerli olmayan kimi bilimsel verilerini de kullandığını, bir çok fikrini de kendi aklıyla ürettiğini de düşünüyorum. Zaten Üstad da bir eserinde “Kimse demez ayranım ekşidir, fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Hatta benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz” demiyor mu? Dolayısıyla Risale-i Nur’daki her sözün, her verinin -hâşâ!- ayet gibi mutlak surette doğru olduğunu kabul eden bir tavrı benimsemiyorum. Üstadın az da olsa bazı ifadelerinin zamanın verilerinden, yeni keşiflerinden yararlanılarak yeniden ifade edilebilirliğini de doğru buluyorum. Yoksa taklitçi bir ezberle yetinirseniz, risalelerden değişen topluma yeni söylemler türetemezsiniz.
Zaman ve şarta bağlıdır diyor Üstad zaten. O kayıtları koyuyor yani…
Az da olsa bu anlamda ben haddimi aşıyorum belki. Sonuçta insan aklının, kalbinin, vicdanının kavradığından sorumludur. Tüm bunlarla birlikte benim İslam’a bakış açımı, İslam’ı yaşayış tarzımı, Kur’an’ı anlama şeklimi ve bunların benim ifademe yazı olarak, üslup olarak kitaplarıma, seminerlere, konuşmalarıma, ilişkilerime, davranışlarıma yansıma biçimini birinci derecede belirleyen ve biçimlendiren faktörlerin başında Risale-i Nur penceresi gelir.
Önyargıları nasıl aştınız? Bu üslubu belirlerken hangi düşünceler önyargıların arkasını aşmanızı sağladı? Aldığınız geribildirimlerden bunu ifade edebilir misiniz?
Şöyle bir şey fark ettim. Belki cumhuriyet tarihi boyunca belki daha eski, belli odaklar yoğun bir şekilde dinimizi aşağıladılar. Hocalar pejmürde giyinen, kirli, çok yemek yiyen, bencil insanlar olarak sunuldu. Medyanın bu tavrı dinimize yapılmış en çirkin iftiradır.
TOPLUMU ALLAH’TAN KOPARMANIN EN KESTİRME YOLU…
Kasıtlı kurgulama var denilebilir mi?
Başka ne olabilir? Toplumu Allah’tan koparmanın en kestirme yolu dinle derinden ilişkili kişilikleri ve dini sembolleri kötü göstermektir. Yeşilçam filmleri dini böyle sundu. Dizi filmler böyle sundu. Her tarafta bu şekilde ve bu başörtüsü yasağı da aynı şekilde dini derinliği olmayanları dinden ürkütüyor. Bütün bunlar Müslüman olan toplumun meşru görünme kaygısıyla İslam’dan ürkmesine, İslami olgulardan ve kavramlardan çekinmesine, Müslüman gibi görünmekten uzak durma arayışına sebep oldu.
Biraz da kompleks oluştu sanki…
Şuur altına sürekli bu tepkilerde bulunuyorsunuz ve sonuç alıyorsunuz doğal olarak. Şimdi her ne kadar bir tamir sürecinde gibi görünsek de unutmayalım ki Türkiye’de 28 Şubat ve dünyada 11 Eylül, zihinlerde İslam korkusu üretilmesinin aracı oldu. Hıristiyan Batıdaki islamofobinin ilk biçimleri önce bizim Müslüman toplumumuzda gelişti sanki. Özellikle Risale-i Nur’a yönelik de çok yaygın saldırılar oldu. Cumhuriyet düşmanı filan gibi… Halbuki Bediüzzaman’ın itham ettikleri konulardaki fikirlerinden haberleri yok. Dolayısıyla Risale-i Nur hareketinin sosyal imajı da bu süreçten payını almış oldu.
RİSALE-İ NUR TOPLUMA YETERİNCE İZAH EDİLEMEDİ
Risale-i Nur kendisi değil de o camianın içindekiler etkilendi mi diyorsunuz?
Öncelikle dışarıdan bakan insanlar için söylüyorum bunu. Bir sosyal algıdan söz ediyorum. Bu yanlış algı Bediüzzaman’ın anlaşılmasını da zorlaştırıyor. Risale-i Nur hizmetinde olanların ise daha çok genel topluma açılma zorluğu yaşadıklarını düşünüyorum. Bediüzzaman’ın sadece bu toplum için değil bütün insanlık için İslam’ı bu çağda ne güzel yorumladığı, İslam’ın bu çağdaki sorunları ne güzel çözdüğü topluma tam anlatılabilmiş olamadı kanaatimce. Bence Risale-i Nur bu ülkedeki Alevi-Sünni kamplaşmalarından laik-anti laik kamplaşmalarına kadar, bu ülkenin Müslümanlarının Avrupalılarla, Hıristiyanlarla, Araplarla ve sair camialarla ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine kadar birçok soruna çözüm sunuyor. Toplumun modern gelişimine kadar her açıdan zannettiklerinin ötesinde gerçekten işe yarar çözümler sunduğu, topluma yeterince izah edilemedi diye düşünüyorum.
Burada çarpıcı bir deneyimimi paylaşmak istiyorum: Bir akademisyen psikolog bana bir soru sordu. Kafasını çok kurcalayan, imanını şüpheye düşüren, içerisinde boğulduğunu söylediği bir soruydu. Kader ile ilgili bir soru. Ben de ona bir cevap yazdım. Cevaben dedi ki; “Çok şaşırdım, hayret ettim ve bu verdiğiniz cevap benim kafamda yıllardır bir düğüm olarak duran problemi çözdü. Nasıl keşfettiniz bu fikri?” Dedim ki; “Bu benim fikrim değil, bu Bediüzzaman’ın fikridir.” Bu cevabım üzerine derhal benden, iletişimi kesti.
BEDİÜZZAMAN’IN NEYİNİ TEHLİKELİ BULDUNUZ?
Sorusunun cevabını Bediüzzaman’dan aldığınızı duyunca önyargıdan dolayı iletişimi kesiyor.
Mesela Bediüzzaman diyor ki; “Medenilere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.” Siz bunun Müslümanlar açısından, İslam’ın değerlerinin dünyaya ifadesi açısından ne kadar önemli bir paradigma değişimi olduğunu hesapladınız mı?
Meşrutiyeti destekliyor, demokratikleşmeyi destekliyor. Bu türden tutumlarına onun çağından baktığınızda şaşırıp kalıyorsunuz.
Bu röportajda Bediüzzaman söz konusu olduğu için onu konuşuyoruz sizinle. Yoksa inancımıza ve değerlerimize hizmet etmiş Anadolu’da çok aziz âlimlerimiz, sembolleşmiş büyüklerimiz yaşadı. O âlimlerimizin eserleri de şüphesiz, inanç ve değerlerimizi temsil eden çok değerli içeriklere sahipler.
Bu önyargı tablosunu görünce şunu düşündüm. Bu önyargılar toplumumuzun ve gençlerimizin gerçekleri algılamasını da olumsuz etkiliyor. Önemli olan kavramlar değil, kavramların arkasındaki anlamlardır. Önemli olan şekil değil, özdür. Önemli olan sözün ne olduğu değil, okuyup dinleyeni nereye ulaştırdığıdır. Ve önemli olan anlaşılmaktır. Doğru anlaşılmak çok önemlidir.
Daha önce de yazardım. Köşe yazarıydım, denemeler yazıyordum. Tamamen farklı bir üslubum vardı. O üslup belki bugünün gençliği için çok anlaşılabilir bir üslup değil. Bunun üzerine oturdum, düşündüm. Hem toplumumuza ve hem de insanlığa yeni bir üslupla, yeni bir tarzla bizi yetiştiren değerleri daha iyi anlatmanın formülünü, yolunu aradım.
HAYATI HER AÇIDAN ALLAH’A BAĞLIYORUZ, ALLAH HER ŞEYİN KAYNAĞIDIR
Ama yine de kitaplarınızda inancı öneren ve inancı adres gösteren cesur tabirler var. Çok ta perdelenmemiş, gayet cesur ifadeler var. İstemenin Esrarı’ndaki duanın sırrını, Sonsuzluk Yolculuğu’nda ahiret inancını işleyen sevgi, dini referansını da çok cesur kullandığınız görülmektedir.
Bundan birkaç sene önce bir internet sitesinde benim “Düşün ve Başar” kitabıyla ilgili övgü dolu bir köşe yazısı yazıldı. Aşağısında o yazıya eklenen görüşleri okudum. Cevaplardan bir tanesi şöyle diyor: ‘Yahu bu Muhammed Bozdağ da kim oluyor böyle? Her paragrafında Allah, her paragrafında Allah. Bu gitsin TRT’de Kur’an tefsiri yapsın.” İfadesi aynen buydu. O zaman ben televizyona da çıkmış değildim.
Bir açıdan bakarsanız eserimiz din kitabı değildir. Ancak öbür taraftan böyle de okunabiliyor. Biz her ne kadar hayata ve başarıya dair içerikler üzerinde duruyorsak da, hayatı her açıdan Allah’a bağlıyoruz. Çünkü inancımızda Allah her şeyin kaynağıdır.
Okuyucu kitabın anlatım bütünlüğünde verilmeye çalışılan o manevi derinliği algıladığında zaten kalbinin ancak Allah’ı tanıyıp, O’na dost olmakla huzura ereceğini görüyor. Kim olursak olalım, hepimiz insanız sonuçta. Şu kesimden ya da bu kesimden fark etmiyor ki. Onlar başka ilahların kulları değil, başka ilahlar tarafından yaratılmadılar. Diğer insanları eğer biz ve öteki gibi ayrıştıracaksak, diğer insanların kalpleri demirden değil. Onların annesi de bizim annelerimiz gibi, onların babası da bizim babalarımız gibi, onların çocukları da bizim çocuklarımız gibi. Bunlar ister Türk, ister Kürt, ister İngiliz, ister Japon olsun, ister siyah, ister beyaz olsun fark etmiyor. Hepimiz aynı Allah’ın kullarıyız, aynı Âdem ile Havva’nın çocuklarıyız. Diyalog kurabilsek birbirimiz ile iletişim içerisinde olabilsek, göreceğiz ki biz aslında birbirimize çok benziyoruz. Farklı dünyalarımız, kültürlerimiz ve ideolojik liderler aramıza bazı perdelerin girmesine sebep oluyor. Bir şekilde birbirimizle iletişim kurmanın yollarını aramamız lazım.
ŞUNA BAK, MUHAMMED İSMİNDEN BAŞKA İSİM BULAMAMIŞ
Mesele ortak dili yakalamak galiba. Peki, sizin kitaplarınızda bu ortak dili, ortak terminolojiyi, ortak aklı, ortak kalbi yakalamış olduğunuz söylenebilir mi?
Bütün insanları kuşatan ortak bir dil yakalayamazsınız. Bu mümkün değildir. Bilhassa tek Allah ve ahiret inancını esas alan eserler üretiyorsanız herkesin anlayacağı bir ortak dili keşfetmeyi beklemeyin. Sadece daha geniş kitlelere ulaşmayı umabilirsiniz. Bir örnek vereyim. Bir imza günü, bir vatandaş önümden geçiyor, kitaba bakıyor. Kitabın üzerinde Muhammed yazıyor, yazarın adı olarak. “Şuna bak, Muhammed isminden başka isim bulamamış” diyor; alaycı bir bakış fırlatıp geçiyor. Önyargısını bu dereceye vardırmış bir insana yahut Allah’a düşmanlığı nedeni ile kalbi mühürlenmiş bir insana yaklaşacak ortak bir dil bulamazsınız.
“Sen ona anlatamazsın ki” buyuruyor yüce Kur’an. Peygamberimize (asm) söylüyor; Sen onlara işittiremezsin, sen onlara dinletemezsin. Onların kalbi mühürlenmiş. Ancak gerçekleri dinletebileceğin kalbi mühürlenmemiş insanlar var. Her ne kadar Hıristiyan olabilir, Yahudi olabilir, kendini Müslüman, laik ya da şu veya bu sınıfta yerleştirip konumlandırabilir bir insan olsa da sonuçta vicdanları vardır insanların. Kendi egosuna tapmadığı sürece her insan bir gün ezeli gerçeğe kavuşabilir ve siz de samimi dua ediyorsanız bu iyiliğe vesile olabilirsiniz.
CEMAAT MİLLİYETÇİLİĞİ, MEZHEPÇİLİK, TARİKATÇILIK BÖLÜCÜLÜKTÜR
Bilinçsiz önyargı belki bundan oluyor. Belki kasıtlı. O mühürlenmiş, münhasıran böyle cephe almış olanların dışında bir de geniş bir kesimde bilgisizlikten kaynaklanan bilinçsiz bir önyargı oluyor. Siz, sanırım o alana girmişsiniz.
İkinci olarak, kendi önyargılarımı kırmak için şunu düşündüm. Cenab-ı Hak bütün kullarını cennete davet ediyor. Ayrım yapmıyor ki! Biz neden bazılarını cennetin dışına atmaya özellikle gayret edelim? Hakkı yansıtmaya çabalamak en iyisi değil mi? Bu açıdan dini, mezhepler, cemaatler, tarikatlar bazında anlamakta ve yaşamakta, dinin temellerinden sapmamak şartıyla sorun olmaz. Hatta aidiyeti ve dayanışmayı kolaylaştırdığı için böylesinde büyük hayır olabilir. Ancak bu tür araçları amaç yapmak Müslümanları paramparça eder. Cemaat milliyetçiliği bölücülüktür, mezhepçilik, tarikatçılık bölücülüktür. Tıpkı ırk milliyetçiliği gibi insanları ayrıştırır. Dinin ideolojileştirilmesi Allahın emrettiği evrensel din kardeşliğinin hakkıyla yaşanmasını engellediği gibi, imanın dışarıdaki gönüllere akmasını da perdeleyen bir tuzaktır.
KENDİMİ KUR’AN VE İSLAM TEMSİLCİSİ YERİNE KOYMADIM
Hâlbuki Fatiha suresinin ilk ayeti “Elhamdülillahi Rabbilalemin” diye başlıyor…
Çok doğru. Allah alemlerin ve herkesin Rabbidir. Cenab-ı Hak bizim mezhebimizden, bizim cemaatimizden, bizim ırkımızdan, milletimizden olmayanların da Rabbi ve onların da cennete kavuşmasını diliyor. Defaatle bize en büyük düşmanımızın şeytan olduğunu, nasıl bir süreçten geldiğimizi, bizi nasıl saptırmaya çalıştığını anlatıyor.
Firavun’a gönderilen Hz. Musa nasıl en güzel üslupla tebliğ etmeye emredilmişse, biz de en güzel üslubu kullanmak ya da geliştirmekle sorumluyuz.
Dolayısıyla şöyle düşündüm: Nasıl yapabilirim ki inançları, değerleri bu kadar yıpranmış topluma imanın özünü daha güzel şekilde anlatabileyim?
Bunu yapmaya çalışırken tabi değerlerim neyse odur. Kılık değiştiremem. Kimlik değiştiremem. Ben yine kimliğimle, bu hakikati anlatmaya çalışıyorum. Kendimi, İslam’ı ve Kur’an’ı anlatan, Kur’an ve İslam temsilcisi bir din âlimi yerine koymadım. Bu mevcut ilmimle haddimi aşmak olur. Kimse de beni böyle algılamasın.
MÜSLÜMAN KUR’AN’I CEBİNDE, ÇANTASINDA TAŞIYACAK
Ama hayata dair söylüyorsunuz ve yazıyorsunuz. Hayata dair değil mi?
Tabi, hayata dair söylüyorum ve hayat bilhassa kader açısından dinden ayrıştırılamayacağı için de mecburen yer yer dini konulara giriyorum. Sonuçta hayata dair her anlatım bir dünya görüşüne dayanmak zorundadır.
Başa geleyim. Zorluklarla dolu çocukluğum beni kişisel problemlerimi çözme arayışlarına sürüklerken, çevremdeki insanların problemlerine de duyarlı olmaya sürükledi. Çevreyle de ilgilendiğim zaman bir miktar psikoloji öğrenmek zorunda kaldım, sosyoloji öğrenmek zorunda kaldım. En önemlisi dinimizi daha iyi öğrenmek zorundaydım. Çünkü bir insanın dinsiz yaşayarak ne dünyada huzur bulması ne de ahireti kazanması mümkün. Bunu keskin bir şekilde anladım. Bir insan tek Allah’a inanıp güvenmek, o aşkın, o sonsuz kudrete sınırsız şefkate, merhamete dayanmak imtiyazını yitirdiği zaman etrafındaki ihanetler onu mahvedecek. Hastalıkları onu mahvedecek. Kazandıklarını kaybetmesi onu mahvedecek. Ölümün yaklaşması onu mahvedecek. Onu binlerce şey mahvedecek.
Ama bir insan bu imtiyaza bütün derinliği ile sahip olduğu zaman o insan isterse zindanda yaşasın, onun kalbi imanı ölçüsünde cennette gibidir. O cennet algısı ile birlikte o keskin imana sahip bir insan, onu simsiyah, kapkaranlık bir zindan içinde zincirleseniz dahi, o imandan gelen mutluluğu bütün derinliği ile hisseder ve zindanın çilesine tahammül eder. Eğer siz o insanı muhteşem sarayların saltanatlarında yaşatsanız, o kapkara imansız kalple duygusuzdur, mutsuzdur.
Dolayısıyla ben eğer insanlara gelişimin, başarının, mutluluğun yolunu anlatacaksam bunu ancak ve sadece imanlı bir bakış açısı ile başarabilirdim. Bu yüzden kitaplarımda aynı zamanda iman vardır, ahlak vardır.
Bir durumu fark ettim ve çok üzüldüm. Müslümanlar olarak Yüce Kur’an’ı ihmal ediyoruz. Hatta geçenlerde Diyanet İşlerinin bir araştırması bu gözlemimi doğruladı. Milletimizin yüzde 20’si Kur’an’a hiç elini sürmemiş ve yüzde 80’i de anlamından tamamen habersizmiş. Oysa artık yüksek eğitimler alıyoruz, cahil değiliz. Bizim dinimizin odağı, temeli, kaynağı Kur’an’dır. Allah’ın esas mesajı Kur’an’dır. Bir Müslüman eğer gerçekten samimiyetle dinini öğrenmek istiyorsa Kur’an onun başucu kitabı olacak. O’nu cebinde, çantasında taşıyacak. Nasıl bir sistematikle çalışması gerektiğini öğrendikten sonra, sık sık Kur’an çalışacak. Sonuçta âlimlerimizin bize anlattıkları da Kur’an’ın açılımından ibarettir. Sen, Kur’an’ı araştırmıyorsan, bizzat Allah’ın sözleri üzerinden çalışmıyorsan, o açılımın sönük kalmaya mahkûm olur. Ben bu düşünceye ulaştım.
HİÇ KİMSE İSLAM’I KUR’AN’SIZ DERİNLEMESİNE KAVRAYAMAZ
Hem kendi bizzat orijinal metni hem de manası demek istiyorsunuz…
Tabi roman okur gibi meal okumakla ilahi mesaj tam doğru anlaşılmaz. Zira birincisi Kur’an’ın her ayetini o ayetle ilgili diğer ayetleri bir arada bilerek ilahi muradı daha doğru anlayabilirsiniz. Üstünkörü okuyarak değil, çalışarak ve analiz ederek. Ayrıca Allah’ın kasten herkese açmadığı müteşabih/benzetmeli/kapalı ifadelerin anlamını da derin âlimlere bırakarak… Hem de meallerin Türkçe edebiyatı olarak da anlam olarak da Kur’an’ın yüceliğini yansıtmaktan çok uzak kaldıklarını peşinen bilmek gerekir. Türkçe ifade becerime güvenerek, Kur’an’ı gerçekten hem mealen hatasız ve mükemmel bir Türkçeyle ifade eden bir meal henüz bulamadığımı söyleyebilirim. Ancak bu gerekçelerle müminleri Kur’an’dan uzaklaştıran anlayışın da ilahi huzurda Allah’a hesap vereceği inancındayım.
Ben ne kadar meal bulduysam aldım. Onlarca meali karşılaştırmalı olarak çalışınca ve bilgisayarı kullanarak ayetler üzerinde araştırmalar yapınca, tıkandığım kimi noktaları daha kolay çözebiliyorum. Meallerde çeviri hataları olabildiğini, çevirmenlerin yorumlarıyla orijinal ifadenin birbirine karışabildiğini görünce Arapça çalıştım biraz, daha da çalışmam gerekiyor. Meal yapan gerekirse tek bir ayetin çevirisi için bile günlerce düşünmeli, dua etmelidir.
Ben bu konuda çok zorlandım. Kitaplarımda ayetlere ve hadislere mutlaka kaynak göstererek yer veririm. Fakat günün birinde, bazı anlamlardan endişelenince araştırdım ve fark ettim ki bazen hem ayetlerin hem de hadislerin farklı kaynaklarındaki ifade farklılıklarından çok ciddi anlam kaymaları oluyor. Sahihlik konusunu tartışmıyorum. Gözümüzün önünde Arapçadan çeviriler yanlış olabiliyor. Oysa ben bu çevirilere göre anlam veriyordum ve kitaplarımda fikriyatımı buna göre örüyordum.
Örneğin bir hadis “Kabul edileceğine kesin olarak inanarak Rabbinize dua ediniz” şeklinde çevrilmiş. Oysa kabul edileceğine değil, karşılık verileceğine olarak çevrilmeliydi. Aynı şekilde mesela Mü’min 60 ayeti Diyanet Vakfı meali “Bana dua edin, kabul edeyim” diye çevriliyor. Yirmi beş mealin yedisinde ifade böyle. Şimdi bu ifadeye göre anlam çıkarmak var… Bir de ayetteki “istecibleküm” ifadesini cevap/icabet kökünden çıkıp “size cevap vereyim, size karşılık vereyim, isteğinizi dikkate alayım, talebinizi değerlendireyim” anlamında çevirmek var. İnce düşünürseniz ikisi çok farklı anlamlara çıkar.
Bu tür farklar görünce meale güvenmekle hata etmenin dehşetine kapıldım. Anlamında şüphelendiğim kimi metinlere odaklanıp, bilenlere de danışınca baktım ki kimi çeviriler gerçekten de yanlış. Sonsuzluk Yolculuğu kitabımın ilk versiyonunu yazarken ne kadar da çok meselede farklı görüşler olduğunu görüp şaşkına dönmüştüm. Adeta bunalıma girmiştim. Çözemediğim düğümler yüzünden ağlayarak uyuduğum olmuştu. Fakat daha sonra aynı kitabın ikinci versiyonunda çok ama gerçekten çok yoğun biçimde Kur’an’a odaklandım. Çevirilerle de yetinmedim. Hamd olsun, bu kez bazı anlatımlarımı değiştirdim ve kendi zihnimde bütün düğümler çözüldü diyebilirim. Hiç kimse İslam’ı Kur’an’sız derinlemesine kavrayamaz bence. Ve hiç kimse de derinlemesine çalışmadan Kur’an’ı hakkıyla kavrayamaz.
Kur’an’ın ince anlamlar içeren dilinin şiirsel ihtişamını Kâbe karşısında namaz kılarken fark ettim. Ne yazık ki bu inanılmaz üstünlük meallerden yeterince hissedilemiyor. Zaman bulabilenin tefsir çalışması lazım belki daha derinlemesine inebilmesi için.
“BANA DOKTORUM TAVSİYE ETTİ KİTABINIZI”
Okuyucularınızdan aldığınız geribildirimlerden paylaşabileceğiniz örnekler var mı?
Bana binlerce mektup gelmiştir, dosyalarım doludur. Onların posta yolu ile gelenlerini halen saklıyorum. Elektronik posta yolu ile gelenlerin birçoğu da bilgisayarımda duruyor. Bunların arasında çok enteresan olanları vardır.
Mesela bir öğrenci geldi. İki yıllık yüksekokul okuyormuş. Birinci sene derslerinin yarısı zayıf. Düşün Başar kitabını okuyor. Ondan sonra diğer kitapları okuyor. O motivasyonla kendisini derslerine kaptırıyor ve ikinci yıl sınıf birincisi oluyor. Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne dikey geçiş yapıyor. Geçenlerde TÜYAP fuarında imza günüm vardı. İki kız kardeş yanıma yaklaştılar. Dediler ki, ‘Bizim üniversiteyi kazanma konusunda hiç ümidimiz yoktu. Herkes bize kazanamazsınız diyordu. Biz iki sene de çalışamadık bu yüzden. Fakat sizin kitabınızı okuduktan sonra oradan aldığımız motivasyonla odaklandık, ikimiz de aynı yıl kazandık ve ikimiz de okuyoruz.’
Bir başka örnek de, bir okuyucu kardeşinin hikâyesini anlatıyor. ‘Benim kardeşim odasının duvarına yazılar yazardı. Kader utansın. Batsın bu dünya. Nerde adalet? Sonra sizin kitabınızı okudu ve çok hızlı bir şekilde hayatı değişti. Şu anda ithalat ve ihracat yapıyor ve o çok zengin oldu.’ Bir başkası Konya’da kulağıma yaklaştı, ‘Hocam ben depresyon ilaçları kullanırdım, Ruhsal Zekâ’yı okudum, yaşantımı değiştirdim. Ondan sonra bu hapları bıraktım, artık hap kullanmıyorum.’ Buna benzer bu paralelde çok örnekler var. “Bana doktorum tavsiye etti kitabınızı” diyenler çok oldu. İntiharı düşünüyormuş, intihardan vazgeçmiş. İflas etmiş, bu kitaplarımızı okuduktan sonra yeni bir azim ve yeni bir mücadele kazanmış.
İstanbul’da İMKB’de çalışan birisi bir mektubunda, ben ateisttim diyor. “Sonsuzluk Yolculuğu” kitabını okumuş ve iman ışığını hissetmiş.
Bir Rus kız öğrenci okumuş Ruhsal Zekâ’yı. Diyor ki, ‘Ben çok şaşırdım. Bizde Allah bu kadar büyük tanımlanmıyor. Siz nasıl bu kadar büyük bir Allah tarif edebiliyorsunuz?’ Bu tarifi ben kendim uydurmuyorum. Bizim kaynaklarımız bize Allah’ı böyle anlatıyor. Allah kendisini böyle anlatıyor bize. Risale-i Nur, bu gerçekliği kavramamıza yardımcı oluyor.
Geçen TÜYAP fuarında bir başka örnek. Bakın bunlar çok enteresandır. Bu kitaplar sadece alınmıyor. Bir kitabın reklamı yapılır ve çok satar. Ondan sonra da unutulur. Alınır, bir bölümü okunur, atılır. Bizim kitaplarımızın da bazılarının başına zaman zaman bu da gelmiştir, doğru. Mesela bazı okuyucular şöyle yazdılar: ‘Hocam kitabınızı almıştım veya bana hediye edilmişti fakat okumadan bir köşeye atmıştım. Aradan bir veya iki sene geçtikten sonra kütüphanemden kitabınıza ulaştım. Sabaha kadar kitabınızı okudum ve şimdiye kadar niye okumadım diye kendimi suçluyorum.’ Bu bağlamda kitabımızı alıp okumayanlar da var. Ya da okurken karşılaştığı dini yoğunluktan ürkenler de olsa gerektir. Öte yandan kitabı okuyan kimi kimselerden de kitabınızı on, hatta on dört defa okudum diyenler oldu.
TÜYAP’ta kendisinin de psikolog olduğunu söyleyen bir okuyucu “İstemenin Esrarı”nı beş defa okuduğunu söyledi.
Dedim ki; ‘Niye beş defa? Bir kere senin bilgi birikimin bu kitabı aşar. Bir defa okusan eğer bilmediğin bir şey varsa onu da algılarsın. Niye beş defa?’
Dedi ki; ‘her cümlesini özenerek yazdığınız algılanıyor. İkincisi, her okuyuşumda yeni ufuklar açılıyor bakış açıma. Bir de bir lezzet veriyor anlatım tarzınız. Sırf o lezzeti tatmak için.’
Bu neden kaynaklanıyor? Bunun arka planında da, İstemenin Esrarı’nda da bu vardır, o maneviyatın yardımı olduğunu düşünüyorum. Arkasında okuyucuların duaları var vs. Ama o maneviyatı görmek lazım. O maneviyatın yardımı olmasa böyle çıkması mümkün değil. O maneviyatın yardımı olmadığı zaman da çoğu küspeli laflar çıkıyor ortaya.
BU ÇAĞIN İNSANI SİSTEMATİK YAŞIYOR, SİSTEMATİK DÜŞÜNÜYOR
Kitaplarınızda kendine ait sistematikler var. Bu sistematikleri bir önceki kitap veya bir sonraki kitabı ve geribildirimlerden sonra mı belirlediniz? O tercihlerinizin etkenleri nelerdir?
Sistematiği belirlemeye çalışırken öncelikle düşünüyorsunuz. Sistematik değilseniz okurun zihninde ve kalbinde yer almanız zor. Özellikle bu çağda, çünkü bu çağın insanı sistematik yaşıyor, sistematik düşünüyor. Bir de eğer tarihe kalsın, yararlı olsun istiyorsanız üzerinde epeyce çaba sarf etmeniz lazım. İstemenin Esrarı’nı şöyle yazdım mesela: Hangi konuda yazacağımı düşünüp dururken gördüğüm bir rüya üzerinde dua konusunda yazmaya karar verdim. Önce Risale-i Nur’da içerisinde dua geçen paragrafların olduğu bütün sayfaları derledim, çıktılarını aldım. Onların hepsini okudum. Hepsini sistematize ettim. Bütün farklı fikirleri gördüm. O farklı fikirleri kategorize ettim. Biçimlendirdim, bölümlendirdim. Sonra bu bölümlere Kur’an açısından baktım. Kur’an-ı Kerim’de ne kadar istemekle ilgili, dua ile ilgili ayet varsa, doğrudan veya dolaylı olarak, onları derledim. Bundan sonra artık kişisel yaşantım üzerinden, deneyimlerim üzerinden, gözlemlerim üzerinden her bir bölümü yazdım. Bu kitabı (İstemenin Esrarı) yazarken özel bir halet-i ruhiye içerisinde, nezih bir halet-i ruhiye içerisinde olmaya özen gösterdim, bu şekilde kaleme aldım. Sonraki baskılarda da anlatımımı bir kaç kez düzelttim.
BİZE AHİRETİ HATIRLATACAK ÖLÜMLERİ, MEZARLIKLARI ARTIK GÖRMÜYORUZ
Yani arka plan, mutfak anlaşılmadan kitapların çok baskı yapmasını anlamak mümkün değil. Mutlaka bir derin arka plan vardır…
Derin arka plan olmadan, siz ağlamadan, inlemeden, ızdırap çekmeden, gözyaşı dökmeden iyi bir şey yapamazsınız, bunun altını çizerim. Bakınız, gözyaşı dökmeden diyorum, ağlamadan, inlemeden diyorum. Bazen sabahlara kadar yatmadan diyorum, gerçekten iyi bir şey ortaya çıkaramazsınız. Bunu kişisel deneyimlerime göre söylüyorum. Başka türlü yapan var mıdır bilmiyorum ama ben yapamadım.
“Düşün Başar”dan “Sonsuzluk Yolculuğu”na doğru gelen süreçte bir değişim görürsünüz. “Düşün Başar”, dünyayı da fazla ön plana çıkaran bir bakış açısına sahiptir. Giderek “Ruhsal Zekâ”, “İstemenin Esrarı” uhrevi yön ağırlık kazanır. Nihayet “Sonsuzluk Yolculuğu”nda tam olarak insanın Elest meclisinde yaratılmasından Cennete kadar uzanan o sürecin sistematik bir biçimde anlatıldığını görürsünüz.
Sonsuzluk Yolculuğu’nu yazmaya şu yüzden karar verdim: Bu zamanın insanının en büyük hastalığının aşırı dünyevileşme olduğunu gördüm. Pek çoğumuz dini konularla bile sırf dünyaya faydası vesilesiyle ilgileniyoruz. Yakında her şeyini dünyada bırakacak olan insan için bu çok tehlikeli bir durumdur. Kuşatılmış bir vaziyetteyiz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle adeta ruhumuzdan dünyaya derin menfezler açılmış, her tarafımızdan dünyaya bağlanmışız. Bize ahireti gösterecek ve hatırlatacak ölümleri artık görmüyoruz, mezarlıkları artık görmüyoruz. İnternet, televizyon, cep telefonu, gürültülü, koşuşturmalı, patırtılı hayat, şehir hayatı sadece dünya için yaşadığımızı zannettiriyor ve ahirete hazırlanma imkânımızı maalesef mahvediyor. Bu gidişata karşı dinimizin hayatın anlamına bakışını ve insana biçilen sonsuz hayatın safhalarını tek bir kitapta toparlamak ve zamanı dar insanlara en hızlı ve en etkili çerçevede sunmak istedim. Bilhassa aklı maddecilikle bozulmuş insanların idraklerini dikkate almaya çalıştım. Bundan sonra da, son olarak ilişkilerimizdeki bencilliği tamir edebilmek ve içsel mutluluğu yeniden inşa edebilmek amacıyla Sevgi Zekâsı’nı kaleme aldım. Sonradan bu iki kitabı, daha iyi algılanması kaygısıyla yeniden kaleme aldım.
AİLE, GENÇLİK, KADER GİBİ KONULARDA ÜZERİNDE ÇALIŞTIĞIM DOSYALAR VAR
Son durak ahiret, Sonsuzluk Yolculuğu’nu ve Sevgi Zekası’nı yazdınız. Bundan sonra kitap çalışmalarınız olacak mı? Yeni çalışmalarınız var mı?
Evet. Halen çalışıyorum, halen okuyorum ve düşünüyorum. Halen hissediyorum. Kitap başlığı vermekten çekiniyorum; çünkü anladım ki bütün işler Allah’ın nasibiyledir ve insan iddiasının altında ezilebilir. Mutfak çalışıyor. Mutfakta aylarca yıllarca çalışırsınız. İyi bir eser ortaya çıksın istiyorsanız mutfakta daha uzun süre durmak zorundasınız. Yüzeysel bir şey ortaya çıksın istiyorsanız el yordamı ile bir şeyler yapabilirsiniz. Benim tarzım o değil, aylarca çalışıyorum. Üzerinde çalıştığım epeyce dosyam var. Bunların kitaplaşmasına inşallah Allah nasip ederse tanıklık edeceğim. Şu an, aile, gençlik, kader gibi konularda üzerinde çalıştığım dosyalar var.
BİRİNCİ BÖLÜM: