25. Söz Kur’an’ın Mucize olduğuna dair Bediüzzaman’ın yüz sahifeyi aşkın beyanıdır. Birbirini tamamlayan iki tarif cümleleri ile Kur’an’ın alemşumül tarifini yapar.
“Kur’an, şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi.” Tercüme anlaşılmayan bir metnin veya kişinin konuşmasını anlatmak için yapılır. Tercüme varsa kainatın dili herkes tarafından anlaşılmaz ve anlaşılmamış demektir ki tercümeye ihtiyaç duyulmuş. Beşeri dinler, mitoloji, ilimler kainatın anlamı konusunda çok gözlemler ve yorumlar yapmışlardır. Ama gerçek olan kainatın anlaşılmasıdır. Dilinin çözülmesidir. Bu yüzden kainatı Yaratan onun dilini kendi kitabı ile tercüme edip insanlara sunmuş, o kitabı anlarlarsa kainatın manasını da anlarlar.
Özellikle eski Yunan felsefesi, kainatı anlatmak için çok şey söylemiş. Bediüzzaman eski Yunan felsefesini karışık ve esatiri olarak değerlendirir. Ama burada danei hakikat insanların kainatı anlamak istemeleridir. Yanlış da yapsalar yine bir şey aramışlardır. Asıl olan Allah’ın kullarının kainat kitabını anlamak için Allah’ın kitabını anlamaya başlamalarıdır.
“Ve ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi.” Bediüzzaman yukarıda tercüme demişti burada da tercüman diyor Kur’an’a. Tercüman da yine iki anlaşamayan şey arasında gereklidir. Allah’ın bir kelamdan gelen ayetleri yani Kur’an’ın ayetleri vardır. Ayet delil anlamına geldiğinden tekvini yani cisimleşmiş şeyler de bir ayettir, delildir. Mesela dağların yaratılması, alemin şekillenmesi, neğin süt vermesi bütün bunlar tekvini ayetlerdir. İlim de bunları okumak için çabalıyor.
Ama ilim onların fonksiyonlarını anlatıyor, ancak bütün kainattaki nesnelerin yani ayetlerin tek tek ve birlikte yaptıklarının, yapma eyleminin kim tarafından tasarlanıp yapıldığı konusunda kördür. Görmez veya tecahül eder. Türklerin yaratılış ve Türeyiş destanında dağların yaratılması konusunda tam komedi bir yaratılış hikayesi vardır. Ama insanlar dağları düşünmüştür, uydurma da olsa bir teori üretmişlerdir. Beşeri Roma dininde ateşi birisi Olimpos dağından çalıp insanlara getirmiştir. Ateş de bir tekvini ayettir. İnsanlar onun için de bir şeyler uydurmuşlardır.
Kur’an bütün bu nesneleri tek tek Allah’a bağlamıştır. Ehadi ve vahidi birlikte ve tek tek. Birlikte ortak bir tasarımın olduğunu tek tek de hem kendi içinde hem de diğer üyelerle olan bağını anlatmıştır. Koyunu yaratan ancak kainatı yaratandır, çünkü onda bütün kainatın üyelerinin katkısı ve katılımı var.
“Ve şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri.” Yukarda tercüme ve tercüman kelimelerini kullanmış, burada ise müfessir demiş. Müfessir de bir anlaşılmaz metni açan kişidir, yorumlar. Alemi gayb ve şehadet gördüğümüz alem birbiri ile iç içe iki alem ikisi arasında geçişler var. Gördüğümüz alem öbür alemin üstünde bir tenteneli perde. O perdenin arkasını görmek yine Kur’an’ın tefsiri ile olur. Mesela “inne caalne maalel ardi ziyneten leha” buraya kadar şehadet kitabı sonra “liyeblüvehüm eyyühüm ahseni amela.” Burası da bu süslemeye Allah’ın gaybdan yüklediği mana. Böyle güzel yaratılan gördüğünüz alem size der ki siz de böyle güzel şeyler yapın, hem tekvini hem de tefsir edilmesi gereken.
Kur’an’da böyle yüzlerce gayb ve şahadet alemi arasında mültesik ayetler var. İnsanlar görmedikleri gayb alemini görmek, anlamak istemişlerdir. Miraçtan dönen Müfessir-i Kainat’a ne gördüklerini sormuşlardır. O da anlatmıştır, gördüklerini, acip tezahürleri.
Gayb alemi ancak özel izinli olanların görmek hakkına sahip oldukları bir alem. Cehennem’in kapısında abus yüzlü bir melek görür Cenabı Nebi (asm). Cebrail onun işi gereği böyle maküs çehreli olduğunu söyler.
“Ve zeminde ve gökte gizli esma-ı ilahiyetin manevi hazinelerinin keşşafı.” Hep kapalı müphem kelimeler kullanılmış. Tercüme, tercüman, müfessir, şimdi de keşşaf. Bir ressam eserine nasıl maharetini gizler sanatçılar onun eserinden onun özelliklerini okurlar. Allah kainatı isimleri ile yaratmış ve isimlerini ona gizlemiştir. İnsanlar ilahlarının bir nevi sanat boyaları olan isimlerini o kainattan okumalıdırlar. Bunlar gizlidir insan bu gizlilikleri çözmelidir. Keşşaf yani gizli olan şeyi bulan demektir. Kolomb gizli olan Amerika’yı keşfetmiştir.
Kur’an da kainatı yaratanın isimlerini okumak ve anlamanın ipuçlarını verir. Bütün bütün bunları yapan Bediüzzaman’dır. Risale-i Nur, tercüme, tercüman, müfessir ve keşşaftır. Neler düşünmüş neler.
“Ve Sütur-ı hadisatın altında muzmer hakaikin miftahı.” İnsanlar nesneleri ve olayları çözmek istemişlerdir. Allah kainattaki sayısız olaylara mana yüklemiştir ama insanlar ideal manayı bulmakta zorlanırlar. Bir dedektif bir olayı çözmek için gayret sarfeder. Bir doktor vücuttaki bir olayı izler ve manasını bulur. Hadiseler satırlardır, onların arkasında muzmer yani gizli olan anlamları Kur’an çözer. Mesela doğmak ve ölmek, ölümün manasını Allah bize anlatmıştır. Bu yüzden hadiselerin içinde gizli olan anlamların anahtarı Kur’an’dır böyle çok ayet vardır kitabımızda.
Büyük şair ve mütefekkir Akif, “Bir Mezar Taşına Yazılmış idi“ şiirinde ölümü anlatır. Bediüzzaman’a çok yakın bir yorumdur.
“Şu fani zindeganiyle hayat-ı cavidaninin / Telakigahıdır makber denen son menzil-i aram.” (Şu yaşadığımız dünya ile ebedi dünya arasında bir buluşma noktasıdır, mezar denilen sürekli mekan.)
Bediüzzaman, “Kabir alemi ahirete açılmış bir kapıdır” der.
“Hayat ölmekle bitmiş olsa bir şey anlaşılmazdı. / Evet bir ömri sani var değil hilkat abes madam.” (Hayat ölmekle bitmiş olsaydı bir şey anlaşılmazdı. İkinci bir ömür var, yaratılış saçma, abes değil, bu kadar harika sanat eseri kainatı ölümle dağıtmak sanatçının eserine yapılmayacak bir iştir.)
“Sen ey gafil beşer alemde bir temin–i istikbal
Edeydim der çekersin ihtiyarı bir yığın alam
Eğer üç günlük istikbal için ferdayı anmazsan
Hederdir korkarım dünyada imrar ettiğin eyyam.”
(Dünyada geleceğini temin için isteyerek bir sürü elemlere katlanırsın, çekersin. Eğer bu dünyada ki üç günlüktür, öteyi, ferdayı, asıl dünyayı anmazsan, boşa gider, dünyada geçirdiğin günler.)
“Hakiki bahtiyar ancak o ademdir ki dünyadan
Giderken mamelek namıyla terk eyler büyük bir nam.”
(Hakiki bahtiyar ancak bu dünyayı terkettiğinde mülk, mal değil de büyük ve insani bir şöhret bırakandır.”
Bir de Alvarlı Efe’den bir şiir.
İster İskender ol serir üstünde
Ahiri ölümdür ne hayaldesin
İster Süleyman ol mühür destinde
Ahiri ölümdür ne hayaldesin
İster Haydar ol Zülfikar takın
İster İsa gibi düşmandan sakın
İster se sefine bahre bırakın
Ahiri ölümdür ne hayaldesin
İster allar giyin mihri zeman ol
İster güneş gibi darül eman ol
İsterse kamerveş şehr-i şadan ol
Ahiri ölümdür ne hayaldesin
İster taze güller gibi olsun evladın
Serv-i kad nev –civan olsun ahfadın
Dünyaya şan versin nam-ı ecdadın
Ahiri ölümdür ne hayaldesin
İster Cemşid gibi zertacın olsun
İster Rüstem gibi mihhacın olsun
İşter güneş gibi siracın olsun
Ahiri ölümdür ne hayaldesin
İster Hüsrev gibi günde bir divan
İster kisra gibi yap ali eyvan
İster kayser gibi sür sen de devran
Ahiri ölümdür ne hayaldesin
İster Halid gibi üstüvar olsan
İster Hamza gibi şehsüvar olsan
İster Miktad gibi nevcivan olsan
Ahiri ölümdür ne hayaldesin
İster Hasen gibi evlad-ı Nebi
İster Hüseyn gibi Sultan çelebi
Lütfiya hiç gezme Şam ü Halebi
Ahiri ölümdür ne hayaldesin.