Kur'an yaralarımızı nasıl iyileştiriyor?

Ahmet AY

"- Kibir ve korku en basit ve önemli dersi öğrenmekten seni alıkoyuyor.
- Neymiş o?
- Konu sen değilsin."

Dr. Strange filminden. 

Allah'ın olanı ('O'nun ismiyle/Bismillahla' olanı) kendi adımıza sahiplenmek nasıl sağlıksız birşeydir! Bunu size hayatımdan iki örnek ve Kur'an-ı Hakîm'den iki ayetle anlatmak istiyorum. Aslında bu örnekler, 'iki yaratılmışlık sınırıma' ve dolayısıyla sıkıntıma, ayetler de bu sınırlılıktan gelen sıkıntıyla barışmama vesile olan devalara işaret ediyorlar. Ben yazmayı deneyeceğim. Tevfik ise Allah'tan.

Yukarıda yanyana anmakla da imâ ettiğim gibi, ben, 'yaratılmışlık sınırlılığı' ile 'sıkıntılarımız' arasında bir bağ görüyorum. Çoğu sıkıntının da bu fıtrî sınırlarımızla barışmamaktan kaynaklandığı düşüncesine sahibim. Bu anlaşmazlığın kaynağının da 'sınırlarını sevmemeye yatkın' nefislerimizle ilgili olduğunu düşünüyorum. Evet. Bu sınırlarla barışmak meselesi, kanaatimce, aslında acziyetle barışmaya dayanır. Mahluksan, ki öylesin, mahluk oluşunla barışırsın en öncesinde ve özünde. Yaratılmış olduğunu, yani ilah olmadığını, kabul edersin. Bu şuur acziyet bilincinin başlangıcıdır. 'La ilahe illallah' dediğimiz anda acziyet kabulümüz olur. Ancak acziyete varmadan evvel şunu da konuşmak isterim ki: İnsan, sonsuzdan kalbinin bir yerinde (belki latife-i rabbaniyede) haberdar ve onu ister olduğundan, galat ile küçük dünyasında dahi tezahürünü ister. Bediüzzaman'ın muhabbet ve beka tevehhümü arasında kurduğu ilgi bu noktada öğreticidir:

"İnsanın fıtratında bekàya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi bekà tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekàdan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü bekà olmazsa muhabbet edemez."

İşte içime bakacağım eşiğe geldik. Sonsuzluk sanrısı, sevmek, firâk, acı ve bu acının sezgisi/öngörüsü olan korku (evet, bence, korku bir öngörüdür) bir yönüyle yazmakla olan tuhaf sorunuma temas ediyor. Hani fıkradır, anlatılır: Temel yürürken bir muz kabuğu görmüş ve söylenmiş: "Ula yine düşeceğum!" Bence korkularımız da Temel'in bu sezgisine benziyor. Mahlukata dair muhabbetimizin bir beka tevehhümüne/sonsuzluk sanrısına bağlı olması, diğer taraftan da gitmelere dair binler kere şahitliğimiz (ve yine öyle olacağına dair sezgimiz) korkularımızın analığını yapıyor. Bunun yazmak halini şöyle tadıyorum:

Ne zaman bir yazının sonuna gelsem, "Acaba bir tane daha yazabilecek miyim?" diye endişe ediyorum. Okuyana bu endişem komik gelebilir. Beni de Temel'le eş bir hamakatte sayabilirler. Ama, ne yalan söyleyeyim, sıklıkla yaşıyorum bunu. Sebebi de ölüm korkusu falan değil. Doğuştan sahip olduğum ölmek hastalığı dışında, çok şükür, ölümcül bir hastalığa sahip değilim. Ben daha çok 'tükenme' korkusu çekiyorum. Çünkü biliyorum/seziyorum: Ben sonlu birşeyim. Bir kovanın suyu (ne kadar büyük görünürse görünsün) biter. Mantığım bunu her an söylüyor: Herkes kendi kıyametine koşmaktadır. Yani kovasının bitişine... Peki yazmasam ne olur? Hiçbirşey olmaz. İşte, ben de, yazmayınca bana kalacak olan bu 'hiçbirşeyden' korkuyorum. Sonradan varolan yokluktan korkar. Tanır zira. Daha önce yokolmuştur.

Tam da bu noktada imdadıma Lokman'ın (sûresinin) 27. devası yetişiyor: "Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir."

Bu ayetle/ayete bakınca ferahlıyorum. Mürşidimin dersini hatırlıyorum. Neydi o ders? "Yükünü gemiye bırak." Ah, evet, sırtımdaki ağırlıktan böylece kurtuluyorum. Yazmak benimle ilgili birşey değil. Ben kalem olan ağacım. Mürekkep edilen denizim. Bahaneyim. Vesileyim. Benim varlığım tükense de tükenmeyecek olan bir sonsuz ilhamdan besleniyorum. Bütün mahlukat böyle besleniyor. İlham da hava gibi bir gıdadır. Ruhumuzun rızkıdır. Mezkûr ayeti tefsir ederken Bediüzzaman'ın ilham ve vahiy arasındaki nüanslara dair yaptığı analizler ve bu ayeti ilham penceresinden okuyuşu gönlümü genişletiyor:

"Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır."

Yazmaktan öncesi de bizim istimdatımız/feryadımız değil mi? Kafamızda bir telaşlar var. Yüreğimizde bir korkular var. Hayatımızda birşeyler oluyor. Şahit olduğumuz sancılar dürtüyor bizi. 'Keşke' bıçağı sırtımızdan çıkmayan yaşanmışlıklar var. Bazı şeyler sinemize cidden dokunuyor. Dertliyiz. Derdimizde bitmemeliyiz. Derdimizle bitmemeliyiz. Derdimizi bitirmeliyiz. Yazmalıyız. Yazmamak yokluk gibi görünüyor. Paylaşmak istiyoruz. Farkettirmek istiyoruz. Karşı koymak istiyoruz. İkna etmek istiyoruz kendimizi ve başkalarını vs... Bu yaralar kanattıkça deva buluyor.

Bela deyince yalnız bedene musallat olanlar mı anlaşılır? Bedensel bir yokluğa maruz kalma mıdır yalnız musibet? Manevî çok yaralarımız var ki, yazmak, onların devası gibidir. Tıpkı Paul Auster'ın Kış Günlüğü'nde dediği gibi:

"Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta baştan beri içinde yara taşıyan birisin (yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?)..." Bu biraz Bediüzzaman'ın Sözler'e başlarken dediği şeye benziyor bence: "Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum." Veya şuna: "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Yazmayı sahiplenmemek, onunla ilişkiyi 'yaratmak' düzeyinde değil 'yansıtmak' düzeyinde kurmak, insanı benimkisi gibi bir endişeden kurtarıyor. Yani 'tükenme' endişesinden. Çünkü biliyorsun böylece: 'Rabbinin kelimeleri bitmeden o denizler tükenir...' Yazmak, benim kovamla ilgili bir mesele değilse, o zaman sonlanmasından da korkmamalıyım. Çünkü 'herşeyin hazinesi yanında olan' Zat o hazineden yine bana verebilir. Onun yaratış gücü tükenmedikçe, ki sonsuzdur, benim umudum da tükenmeyecektir. Demek iman etmek böyle de insana iyi gelen birşey. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

Yazı uzadı. Ama sözümü yemeyeyim. Paylaşmaya söz verdiğim ikinci sıkıntım 'tükenmekle' değil 'tutmakla' ilgili. Şöyle ki: Gün boyunca bazen hakkında yazılabilir birkaç konu aklıma geliyor. Fakat, değil hepsi hakkında birşeyler karalamak, onları tutabilmek bile mümkün olmuyor çoğu zaman. Sağa-sola notlar almıyor değilim. Ama bazen o notun bana ne hatırlatması gerektiğini bile unutuyorum. İlhamın doğasında varolan tutma sorunu, tıpkı Nilüfer Kuyaş'ın Başka Hayatlar'da dediği gibi karşıma çıkıyor: "İşaretler zorlanamaz, sadece beklenir, çünkü bazen gelmezler, görünmezler." O an etrafını çevirip yakalayamazsanız, lafız bedenine bürünmemiş manalar, pek çabuk terk-i diyar eylerler. Siz yaratmadınız çünkü. Ancak üzerinden aktığı oluksunuz. İlhamın bir yaratış değil duyuş olduğu buradan da anlaşılır. Mürşidim de bu sadedde der:

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."

Bunu sadece yazmakta değil, okumakta da yaşadığım bir sıkıntı olarak nakletmeliyim aslında: Okuduğum şeylerin de aklımda kalmaması beni çok üzer(di). Hem yazmakta, hem okumakta varlığa yetişemeyişimin bende bıraktığı bu gibi yaraları (evet, her yara, bir yetişemeyişin de belirtisidir) iyileştiren ayetler ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın vahyi 'tutmak' hususunda gösterdiği telaşa deva olanlardı: "(Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak da bize aittir."

Kıyame sûresinde geçen bu ayetler nasıl devam oldu? Az bir vaktinizi daha alıp onu da anlatayım. Evet. Yine 'Yükünü gemiye bırak...' dedi bana bu ayetler. Nasıl ki, vahyin aktarımı Allah'ın hıfzındaysa, hakikatin de vücudu Allah'ın himayesinde. Neden hepsi dilinden/kaleminden dökülmeye mecburmuş gibi davranıyorsun ki? Sahibi sen misin? Neden Alîm olan Allah'ın ilminde kalması yetmiyormuş gibi bir de hafızanda herşeyin kalmasını istiyorsun? Neden ellerin bu kadar küçükken bu kadar çok tutmak istiyorsun? Kayyum olan, Hafîz olan, Hak olan, 'sonsuz kudret eli' olan sen değilsin ki. Neden varlıkta işgal ettiğin alanı bu kadar önemsiyorsun? Aslolan sen değilsin ki. Kabında kalanla yetin. Eğer Allah, kaleminden çıkmasını istiyorsa o sözcüklerin, elbette senin kaleminden çıkacaktır. Vücuda gelmesini istiyorsa, elbet birisi yazacaktır. Ötesinden sana ne? Ne biliyorsun? Belki o ilhamların bir kısmı da akmak için vardır, tutmak için değil.

İşte böyle. İki ayetten aldığım iki teslimiyet dersi. Yazmaya ve okumaya dair iki ders. Bu iki ders, iki yaramın tedavisi anlamında, çok faydalı oldu bana. Ve zenginliğin tutmamakta olduğunu gösterdi. Tutmaya çalışmıyorum artık. Tükenmekten de korkmuyorum. Huzur aslolmadığımı anlamakla ilgili. Aslolmadığını kabul edenler ancak huzur buluyor. Ve bu da aslında bir kelime-i tevhid sırrıdır. 'La ilahe illallah' dediğinde "Allah'tan başka ilah yoktur!" demiyorsun sadece. "Ben de ilah değilim!" diyorsun. O zaman arkadaşım 'ilahmış gibi davranmayı' keseceksin. Ne kaynağı senmiş gibi yapacaksın, ne hırsla tutmaya çalışacaksın, ne de böylemiş gibi kederini çekeceksin. Tâbi ve parça olacaksın. Sahip ve asıl olmayacaksın. Çok mu cüretkâr buldunuz bu finali? Fakat benim kanaatim epeyce kat'idir: Her yaramız aslında dilimizle dediğimiz kelime-i tevhidi kalbimizle yapamadığımızdan. Eğer ilah olmadığımızı tam kabullensek dünya kalbimizdeki kristallere dokunamaz. Kalp denilen şey içeriden kırılır. Derdi içeri alansa sanrılarımızdır.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (8)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.