Kur’an-ı Kerim “Oku!” (Alak, 96:1) emri ile nazil olmaya başlamıştır. Bu emir insanın ömür boyu talebe olacağına ima ve işaret etmektedir. Okuma yazma bilmeyen peygamberimize bu hitap neyi ima etmektedir? Peygamberimiz (sav) harflerden yazılmış bir kitabı okumasını bilmiyordu; ama kudret harfleri ve kelimeleri ile yazılmış olan kâinat kitabını okuyordu. Kâinat kitabını “Allah’ın adı” ile “Allah’ın adını” görerek okuyan birinin harflerden ve sembollerden yazılan kitapları okumaya ihtiyacı olabilir mi?
Peygamberimiz (sav) vahy-i ilâhi ile kalbine inzal edilen Kur’ân-ı kerimi zaten hafızasından okuyordu. Kur’ân-ı Kerimin ders verdiği kâinat kitabının manalarını da Kur’ânın emri ile okuyarak “Allah’ın isimlerini” onlar üzerinde görmeye başlamıştı. Böylece “Allah’ın adını her yerde okuyor” ve “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır” buyuruyordu. Kur’ân-ı Kerimi daima okuyan ve kâinat kitabında tatbik ederek devamlı hakikat dersleri ile meşgul olanın mektebe giderek insanların hayallerinin mahsulü olan şeyleri okumasına ve öğrenmesine ihtiyacı var mıdır?
Peygamberimiz (sav) devamlı olarak “Enfüsî ve âfâkî” âlemlerde hakikatleri okuyor (Fussilet, 41:53) ve öğrenerek insanların ihtiyacı olan hususları ders veriyordu.
Osmanlı ilmi Araplardan edebiyatı Farslardan öğrenmiş ve her ikisini de Osmanlı potasında eritmiştir. Günümüzde ise Anadolunun batının tekniğini de alarak her üçünü de bir araya getirerek yeni bir medeniyetin oluşumunu sağlayacak misyonu üstlenmesi kaderin bir hükmüdür. Anadolu insanının stratejik konumu bunu gerektirmektedir.
Müslümanların “Oku” emri gereği okuyarak büyük bir doğu medeniyeti oluşturduğu tarihi bir gerçektir. Batı ilmi doğudan aldığı ve geliştirerek tekniğe dönüştürdüğü de tarihi bir gerçektir.
Mevlana meşhur eseri “Mesnevi”ye “dinle!” emri ile başlar. “Dinle neyden kim hikayet etmede!” demektedir. Mevlana’ya göre kâinat daima lisan-ı hal ile konuşmaktadır. İnsan ise kalp ve gönül kulağını açarak bu seslere kulak vermesi yeterlidir. Geniş halk kitlelerinin okuma becerisi kazanması gerçekten zordur; ama dinlemek herkesin yapabileceği en kolay şeydir.
Okumak ve dinlemek insana has özelliklerdendir. Yüce Allah öncelikli olarak okumayı emretmiştir. Zira bireyin terakki ve tekâmülünün, istidat ve kabiliyetlerinin inkişafı her şeyden önce okumaya bağlıdır. Dinleme konusunda da yüce Allah “Kur’ân okunduğu zaman susun ve dinleyin!” (Araf, 7:204) buyurmaktadır. Her söze kulak vermek doğru değildir; ancak Kur’ân-ı kerimin hakikat dersine kulağınızı mutlaka verin buyurmaktadır.
Okumak ve dinlemek her ikisi de öğrenmenin aracıdır. Okumak dinlemekten daha aktif ve daha etken bir eğitim aracıdır. Çünkü okumak göz, kulak, zihnin ortak çabası ve dikkatin de toplandığı bedensel bir bütünlük arz eden bir faaliyettir. Dinlemekten daha çok bir çaba ve ilgiyi gerektirir. Öğrenme de buna göre daha aktif ve daha kalıcıdır.
Yüce Allah her insanı hür ve irade sahibi bir birey olarak yaratmıştır. İnsanın dünyaya gönderilmesinin amacı Allah’ın kendisine vermiş olduğu kabiliyetlerini geliştirmektir. Kabiliyetler ise bireyin hür iradesini kullanmasına bağlıdır. Bireysel gelişimin en önemli aracı ve en aktif vasıtası okumaktır.
Allah’ın yarattığı ve “Ahsen-i suret” verdiği insan iradesini kullanmayarak bir köle ve güdülecek bir sürü olmamalıdır. Aklını ve iradesini kullanarak Allah’ın kendisine verdiği kabiliyetlerini geliştirmeye çalışmalıdır. Bunun için okumalı ve hayat boyu öğrenmeli, yani diama öğrenci/talebe olmalıdır. Günün şartlarına ayak uydurmak ve devamlı olarak kendini geliştirmenin bir başka yolu yoktur.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Ey iman edenler! ‘Râinâ’ demeyin, ‘Unzurnâ’ deyin ve dinleyin” (Bakara, 2:104) buyurur. Burada önemli bir husus vardır. Sahabeler peygamberin nasihatlerinden daha çok yararlanmak için “Râinâ” diyorlardı. Yani bizi eğit ve bizi yönlendir, anlamında söylüyorlardı. Yahudiler de bununla alay ediyorlardı. Yüce Allah bunun yerine “Unzurnâ” demelerini emretti. Yani, bizi de gözet, bize bak demektir. Arapça “Râî” çoban anlamındadır. Bu durumda dinleyenler sürü durumuna düşmüş oluyor ki bu eğitimde aktif olmayan, pasif bir durumdur. Eğitim ile karşılıklı ve öğrencinin de iradesi ile içinde bulunduğu bir faaliyettir.
Eğitimde aktif durum “dinledik ve itaat ettik” sonucuna götürür. Pasif durum ise “dinledik ve isyan ettik” durumudur. Kabul etmemeyi ve dinlemeyi ifade eder. Ki bu durum Nisa Suresinde Yahudilerin peygamberlerine karşı tutumu olduğu “dinledik ve isyan ettik” (Nisa, 4:46) tavrıdır.
Dinlemek de aktif ve pasif olmak üzere ikiye ayrılır. Aktif dinleme anlamayı ve anlamadığı hususları sorgulayarak öğrenmede derinleşmeyi sağlar. Pasif dinleme ise sadece kulak vermeyi ve patrikte uygulamayı düşünmemek, bunun için de detayları öğrenme ihtiyacı duymamak anlamına gelmektedir.
Talebe sürü psikolojisi ile hareket ettiği zaman asla aktif bir dinleyici ve iyi bir öğrenci olmaz. Aktif ve öğrenmeye istekli bir birey ve iradesini, aklını ve kabiliyetlerini kullanarak pratiğe ve uygulamaya dönük detayları sorgulayan bir öğrenme şeklidir. Bu ayetten biz Kur’âna talebe olmanın ancak aktif bir talebe olmaya bağlı olduğunu ifade etmesi bakımından enteresandır.
Asrımızın peygamber varisi olan Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu bakımdan Risale-i Nur okuyan talebelerin şahsına bağlı talebeler olmamalarını Risale-i Nur’a ve Kur’âna talebe olmalarını istemiş ve “Kur’ân Talebesi ve Risale-i Nur Talebesi” olmalarını istemiştir. Asrımız tarikat kültürünün gerektirdiği şekilde “Lidere talebe olup” onun emrinde sürü psikolojisi ile hareket etme asrı değildir. Eğitimin son derece yaygın hale geldiği ve toplumun yüzde yirmisinin Üniversite eğitimi aldığı bir toplum “Sürü Psikoloji” ile hareket etmez. Öyle ise herkes “Okuyarak” aklını ve iradesini kullanarak aktif öğrenme metotları ile gerçeklere başkasını dinlemeden ulaşabilir ve ulaşmalıdır ki Kur’ân Talebesi” olma şerefine ersin. Bu sebeple Bediüzzaman mü’minleri Risale-i Nurları okuyarak Kur’âna talebe olmaya davet etmektedir.
Kur’âna talebe olmanın olmazsa olmaz şartı okumaktır. Artık mürşid-i kâmillerin insan olduğu dönem kapanmış, “Mürşid-i Kâmil” makamına Kur’ân ve onun hakiki ve hakikatli tefsiri Risale-i Nurlar oturmuştur. Risale-i Nurları akıl ve kabiliyetleri aktif şekilde kullanarak aktif bir metotla okumak her okuyanı kâmil bir insan mertebesine çıkarır.
Yıldızlar gece karanlığında insanlara yol gösterirler; ama gündüz güneş çıkınca yıldızlar kaybolur. Kur’ân-ı kerimin akla ve kalbe hitap eden en mükemmel tefsiri olan Risale-i Nurların zuhuru zamanı olan günümüzde yıldızların kaybolmasının hikmeti budur. Bunun için günümüz mürşid-i kâmilleri ve kâmil insanları “Risale-i Nur”lara “Talebe” olabilenlerdir.
Bunun için Risale-i Nur Talebeleri “Mürid” değillerdir. Risale-i Nuru okuyan talebelerdir.
Ne mutlu Risale-i Nurlara talebe olabilenlere!...