Kur’an-ı Hakim, insanlığa -temel gaye/ana hedef olarak- bu dört gerçeği ders vermek üzere indirilmiştir. Bunlar, Allah’ın varlığı ve birliğinin ispatı, Hz. Muhammed’in peygamberliği başta olmak üzere peygamberlik müessesesinin ispatı, haşrin (öldükten sonra yeniden dirilişin ve yepyeni bir hayatın) ispatı, ibadet ile adaletin tespiti (insanlık camiasında bir yandan Allah’a karşı kulluk şuurunun yerleştirilmesi, bir yandan da insanların sosyal hayatında adalet anlayışına işlerlik kazandırılması).
Kur’an, bir fizik, kimya, astronomi kitabı değildir. Bir tarih, coğrafya, bir arkeoloji, zeoloji, jeoloji kitabı da değildir. Şüphesiz bütün bu ilim dallarına ait bazı bilgilere de yer verilmiştir. Fakat bunlar, yalnız söz konusu dört temel unsuru pekiştirmek, onların gerçekliğini gösteren bir örnek olmak üzere Kur’an’da yer almışlardır. Bu sebeple, Kur’an’ın hedefleri arasında fazla yeri olmayan fen bilgilerinin detaylarına dair malumatı ondan istemek haklı bir talep değildir.
Kur’an’ın kâinattan söz etmesi, Allah'ın ilim ve kudretine delil olması içindir. Delil ise, iddiadan daha açık olması gerekir. Bu sebeple muhatapların doğrudan anlamadıkları hususları, akıllarının seviyesine yaklaştırmak için Kur'an, ifade tarzını onların duygu ve düşüncelerini okşayacak şekilde ayarlamıştır. Kaldı ki, âyetlerin bir kısmı bir kısmını açıklamaktadır. Kur’an’ın bütünlüğü içerisinde bakıldığı zaman basit fikirli kimselerin düşüncelerini okşayan ifadelerin yanında, bilenler için de gerçeklere işaret eden bazı karineler koymuştur.(İşârât, 204-205; Muhâkemat, 161-163).
Kur’an’ın bir vasfı hakimdir. Yani bütün ifadeleri hikmetlidir. Bir kitabın hikmetli olması, muhatabın durumunu, okuyucunun seviyesini göz önünde bulundurmak demektir. İlmî literatürde buna belagat denilir ki, “hale mutabakat”/muhatabın anlayışını, bilgi-görgü seviyesini, zaman ve zeminin kabiliyetini hesaba katmak anlamına gelir. Yaklaşık on beş asır önce gelmiş bir kitap olan Kur’an-ı Hakim’den bin sene sonra ortaya çıkan bazı bilimsel keşiflere açıkça parmak basmasını istemek, her asırdaki insanların her kesimine hitap eden Kur’an’ın belagatına, hikmet dolu üslubuna taban tabana zıt duygusal bir hevestir. Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetini yansıtan Kur’an’ın bu tür heva ve heveslere prim vermesini beklemek çok saf bir algılamanın işareti olsa gerektir.
Kur’an’ın her asırdaki her kesime verdiği ders, aynı ifadenin geniş kapsamı içerisinde (tasrih, delalet, işaret, telvih, telmih, ima gibi) değişik yollarla farklı boyuttadır. Bir misal verecek olursak, güneşin ışığı çok mükemmel olmasına rağmen, varlıklar üzerindeki yansıması farklıdır. Güneşin, Ay’ın ekranındaki yansıması ile, bir kar taneciğindeki yansıması çok farklıdır. Bu yansımalar, yansımaya konu olan varlıkların kabiliyetine göre değişir. Allah’ın isim ve sıfatlarının kâinat çapındaki farklı tecellileri gibi, Allah’ın, Kur’an’daki sonsuz ilim, hikmet ve kudretinin yansımalarına da bu pencereden bakmak gerekir. Abdullah b. Mesud’un dediği gibi, "Kur’an’da her şey var, fakat herkes her şeyi onda göremez." Bunları görebilmek için bir alt yapıya ihtiyaç vardır. Maddî/kesbî bilgilerin yanında Vehbî/ledünnî ilimlerin de bu konuda önemli rolü vardır. İslam alimlerinin Kur’an’da buldukları çok değişik hakikatler, gaybî işaretler, fennî bilgiler, hukukî normlar, evrensel ahlakî prensipler, ferdî ve ictimaî dersler söylediklerimizin canlı birer şahididir.
Şu husus da göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir ki, eğer bin yıl sonra şimdiki görgü ve bilgimizle ulaştığımız seviyede ancak algılama imkânını bulduğumuz bir gerçek, eski asırlarda söz konusu edilseydi, kafaları karıştırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Örneğin, Kur’an’da şayet “bakınız, yerküresi güneşin etrafında dönüyor, bir damlacık suda milyonlarca canlı yaşıyor, bir damlacık spermde 200-300 milyon insan namzedi bulunuyor. Bunu düşünüp Allah’ın kudretini anlayın” denilseydi, o günkü insanların kafasını karıştırmaktan başka bir şeye yaramazdı. Çünkü, güneşin yerküresinin bir tarafından doğup bir tarafında battığını gözleriyle gören bu insanlara, durumun öyle olmadığını söylemek, onların gözle gördüklerine karşı çıkmak anlamına gelirdi. Ve bir milyondan fazla mikroskobik canlıları barındıran bir damlacık suyu temaşa edin ki, Allah'ın sonsuz kudretinin belgelerini görebilesiniz" deseydi, insanların çoğunu şaşırtmış olacaktı. Çünkü onlar, gözleriyle bir damla suda hiç bir şey görmüyorlardı. Bu durumda, adamlar, ya söylenen sözlere inanmazlardı ki, bu husus vahyin geliş esprisine hizmet etmeyen bir durumdur. Veya -inançlarının hatırı için- gözle gördüklerini yalan sayacaklar ki bu, insanın içinde ciddi bir ikilem doğurur ve insanları -o günkü görgülerine göre- çok açık olan gerçeklere karşı koymaya zorlardı ve körü körüne bir taassup olurdu.
Fennî keşifler ancak hicri onuncu asırdan sonra ortaya çıkmıştır. O asra kadar gelen insanları şaşırtmak, yalnız yeni müspet fenlerin keşiflerinden sonra ancak anlaşılabilen konuları ders vermek, irşat prensibine de belagat kuralına da aykırıdır. Demek ki, insanların aklına göre konuşan Kur'an, tam belagat göstermiştir.( bkz. İşârâtu'l-i'caz, 203; Muhâkemat, 160-161)
Kur’an’ın ifadeleri belagat zirvesinde olduğu için kullandığı üslupta bütün dengeleri en güzel şekilde gözeten bir ölçüye sahiptir. Bu sebepledir ki, Kur'an'da medeniyet harikaları denilen müspet fenlerin keşfettiği teknolojik harikalara ayrıntılı bir şekilde yer verilmemiştir. Demek ki, Kur’an’da bir işaretle de olsa kendilerine yer bulan ve birer teknolojik harikalar olarak bilinen uçak, denizaltı, tren, elektrik gibi sanatlar Kur'an'da daha fazla yer almak isteseler, bu taktirde yıldızlar, şimşekler, atmosfer, gök cisimleri onlara karşı mücadele edecek ve siz kendi cisminiz kadar Kur'an'da yer alabilirsiniz ve o kadar da almışsınız, diye onları susturacaklardır. Buna göre denilebilir ki, her şey kendi sanat değeri kadar Kur'an'da yer almıştır.
Evet, Kur’an açıkça medeniyet harikalarından bahsetmez, sadece küçük bir ima, zayıf bir işaret ile yetinir. Çünkü medeniyet harikalarının hakları, Kur'an da o kadar olabilir. Zira Kur’an’ın asıl vazifesi ve indiriliş sebebi iki şeydir:
1. Allah’ı, isimleriyle, sıfatlarıyla ve fiilleriyle tanıtmak ve O’nun şu âlemdeki muazzam ve hayret verici tasarrufunu göstermektir. Demek Kur’an kâinattan ve içindeki eşyadan Allah’a bakan yönleri itibariyle bahseder. Her bir eşyadan Allah’ın zatına, isim ve sıfatlarına birer pencere açar.
2. İnsanın Allah’a karşı ibadetini, kulluk vazifelerini ve şükrünü nasıl yapacağını öğretmektir. Yani insan, nasıl insan-ı kâmil olur. Allah’ın insana olan emirleri ve yasakları nelerdir? İnsan yaratıcısı olan Allah’ı nasıl razı eder?
Öyle ise şu medeniyet harikaları bu iki daireden birine girmek isteyecekler ki, o iki dairede onların hakları; yalnız zayıf bir ima ve hafif bir işarettir.
Çünkü onlar, Kur’an’ın indirilişinin birinci sebebi olan; Allah’ın isim ve sıfatlarını tanıtma dairesinden haklarını isteseler ve o daireye girmek isteseler o vakit pek az hak alabilirler.
Meselâ; uçak Kur'an’a dese: “Bana bir söz hakkı, ayetlerinde bir mevki ver. Benden açıkça bahset.” Elbette o dairenin uçakları olan yıldızlar, yeryüzü, ay; Kur'an namına diyecekler ki: “Burada cismin kadar bir mevki alabilirsin.”
Eğer beşerin deniz altıları Kur’an ayetlerinden bir mevki isteseler; o dairenin deniz altıları olan yani, hava okyanusunda ve sema denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler ki: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.”
Eğer elektriğin parlak, yıldız gibi lâmbaları, söz hakkı isteyerek, ayetlere girmek isteseler; o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler ve gökyüzünü süslendiren yıldızlar ve diğer ilâhi lambalar diyecekler ki: “Işığın nispetinde bahis ve beyana girebilirsin.”
Eğer medeniyet harikaları büyüklükleri cihetinden değil, sanatları cihetinden haklarını isterlerse ve Kur’an ayetlerden bir makam talep etseler; o vakit, bir tek sinek onlara; “Susunuz, benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, bütün ince sanatlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince sanat ve latif cihazlar kadar acayip olamaz.” diyecek ve onları şu ayet ile susturacak.
“Allah’tan başka bütün taptıklarınız bir sineği bile yaratamazlar. Velev ki hepsi bir araya gelseler. Ve eğer sinek onlardan bir şey asla onu da geri alamazlar. Talep eden de talep edilen de aciz oldu.” (Hac, 22/73)
Eğer o medeniyet harikaları, Kur’an’ın indirilişinin ikinci sebebi olan; kulluk dairesine gidip, o daireden haklarını isteseler ve o dairenin ayetleri arasında geçmek arzu etseler; o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki: Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız şudur ki:
Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde ebedi hayata lâzım olan şeyleri tedarik etmekle mükelleftir. En mühim ve en gerekli işler, öne alınacaktır. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmek esasları üzerine tesis edilmiş olan kulluk dairesinden hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymetli bir ibadet olan sırf Allah’ın kullarının menfaati, umumun istirahatı ve toplum hayatının kemaline hizmet için çalışan muhterem sanatkârlar ve keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zatlara şu ima ve işaret çalışmaya teşvik ve sanatlarını takdir etmek için kâfidir. Öyle ise sizden uzun bahislere gerek yoktur” (bk. Nursi, Sözler, Yirminci Söz)
Sorularla İslamiyet